İran?ın Nükleer Programı ve Çözüm İçin 3. Fırsat
Analiz, 28 Ekim 2013 06:30İran programının normalleşmesini, ABD ise tüm baskılara rağmen yaklaşık 10 yıldır gelişimini durduramadığı bu programın en azından yüzde 20?de sabitlenmesini istiyor.
İran Meclisi Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Üyesi Hüseyin Nakavi Hüseyni’nin geçtiğimiz hafta yaptığı bir açıklama, basına Tahran’ın yüzde 20 oranında uranyum zenginleştirmesini durdurduğu şeklinde yansıdı.
Uranyum zenginleştirmesi konusu İran’ın 5+1 ile müzakerelerinin en temel konulardan biri olduğu için bu konuda yapılan her açıklama hem nükleer programla ilgili sorunun çözümü hem de Washington-Tahran yakınlaşmasının geleceği açısından dikkatle izleniyor.
Nakavi’nin açıklaması Batı basınına ‘İran yüzde 20 zenginleştirmeyi durdurdu’[1] İran basınına ise ‘yüzde 20 oranında zenginleştirmeyi durdurdu mu?’[2] şeklinde yansıdı.
New York’ta dışişleri bakanları, Cenevre’de ise bakan yardımcıları ve uzmanlar düzeyinde yapılan görüşmelerin detayları sır gibi saklanırken ve İran’ın Viyana’da Ajans’la Cenevre’de ise 5+1 ile yapacağı müzakereler öncesinde Tahran’dan ‘yüzde 20 zenginleştirmeyi durdurduk’ şeklinde yapılan bir açıklamanın heyecan yaratması elbette normaldi.
Ancak Nakavi’nin açıklamasını, Tahran’ın aldığı bir kararın resmi ilanı olarak anlamak mümkün müydü?
Yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stoku konusunda yapılan bu açıklamada söylenenler şunlar:
“İran, yakıt temini konusunu bir kez denedi; ancak buna olumlu cevap alamayınca ihtiyacı olan yakıtı kendisi temin etti. Tahran, yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunu yakıt çubuğuna dönüştürerek bunun barışçı olmayan alanlarda kullanılabileceğine ilişkin endişeleri gidermeye hazırdır; ama artık takas söz konusu değildir. Yüzde 5’in üzerinde zenginleştirme, ülkenin ihtiyacı ile ilgili bir şeydir. Tahran reaktörünün yakıtı için yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç var. Ancak bu tesisin şu an yeterli yakıtı var ve yeni üretime ihtiyacı yok. Yüzde 5’ten fazla zenginleştirme yapıp yapmamaya Tahran karar verir. Durdurma veya askıya alma konusu şu an anlamsızdır; çünkü şu an üretim mevcut değildir, Tahran reaktörünün ihtiyacı giderildiği için şu an yüzde 20 zenginleştirmeye ihtiyaç duyulmamaktadır.”
“İhtiyaç olmadığı için şu an üretim mevcut değildir” ifadesinden İran’ın yüzde 20 zenginleştirmeyi durdurduğu anlamı çıkıyor olsa da, bu açıklamayı Tahran’ın üretimi durdurma kararının resmi ilanı olarak değil, nesnel bir durumun tasviri olarak anlamak daha doğru gözüküyor.
2000’li yıların başından itibaren İran’ın nükleer programına dair müzakere süreçlerine ilişkin şu aşamalar, Nakavi’nin açıklamasının resmi bir karar ilanı olmadığı yargısını doğruluyor.
Nükleer krizin tarihçesi
İran’ın nükleer programı, İsfahan ve Natanz’daki uranyum zenginleştirme tesislerinin kurulmaya başlamasıyla birlikte 2002 yılının sonlarından itibaren ABD ve İsrail tarafından bir tehdit olarak nitelendi.
NPT üyesi olan İran, nükleer programını Ajans’ın denetiminde sürdürdüğü için nükleer programın askeri amaçlar için kullanıldığına dair ABD ve İsrail iddialarını destekleyecek teknik ve hukuki bir delil bulunamadı.
NPT konvansiyonunu uranyum zenginleştirmesine ilişkin herhangi bir limit öngörmemesine ve İran’ın tesislerinin Ajans’ın denetimine açık olmasına rağmen ABD ve İsrail’in programın askeri nitelikte olduğuna dair siyasi iddialarını sürdürmesi, İran’ı da siyasi tedbirler almaya yöneltti.
Tahran, teknik ve hukuki alandaki haklılığını, Rusya ve -o dönemde tarafsız bir görüntü arz eden- AB ülkeleriyle siyasi olarak da desteklemek istedi.
İran’ın Ajans Yöneticiler Kurulu’nda ABD’nin siyasi baskılarını dengelemek için Rusya ve AB ülkelerini soruna dahil etmesi, aslında sadece ABD ile yaşadığı ikili sorunun uluslar arası bir krize dönüşmeye başlamasının kapısını araladı.
2004’te AB Troykası (İngiltere, Fransa, Almanya) ile görüşmeler başladığında İran, nükleer programının barışçıl olduğu konusunda güven verici adımlar atarak AB Troykası’nın siyasi desteğini kazanmayı ve konuyu Ajans Yöneticiler Kurulu’ndan BM Güvenlik Konseyi’ne taşımak isteyen ABD’nin önünü kesmeyi amaçlamıştı.
Ancak müzakere süreci sonunda AB Troykası’nın arabuluculuk yaparak sorunun çözümünü kolaylaştırmayı değil, ABD’ye vekaleten İran’ı nükleer programdan vazgeçmeyi amaçladığı görüldü.
Çünkü İran’la AB Troykası, 2004’teki Paris ve Sadabad deklarasyonlarıyla karşılıklı garantiler vererek sorunu çözme konusunda anlaşmaya varmıştı.
Nitekim İran, herhangi bir zaman sınırlaması koymadan Nataz ve İsfahan’daki uranyum zenginleştirme tesislerini ‘gönüllü ve geçici olarak’ askıya alıp iyi niyet adımı atarken, AB Troykası süreci ‘ucu açık’ halde tutarak İran’ı tesislerini tamamen kapatmaya zorladı.
Yaklaşık bir yıl boyunca askıda tutmasına rağmen AB Troykası’ndan beklediği ‘mütekabil garantileri’ bulamayan İran, tesislerini 3 Ağustos 2005’te yeniden aktif hale geçirdi.
ABD ise sorunu Ajans Yöneticiler Kurulu’ndan BM Güvenlik Konseyi’ne taşıyarak, dolayısıyla da Tahran’ı bundan sonraki süreçte ‘dünya’ ile muhatap hale getirerek İran’ı cezalandırma yoluna gitti.
Buna rağmen, 2005’te 163 santrifüjle yüzde 2 civarında uranyum zenginleştirme kapasitesine sahip olan İran, Güvenlik Konseyi yaptırım kararları, ABD’nin tek taraflı yaptırımları ve hem ABD hem de İsrail’in askeri saldırı tehditleri altında geçen sürede Fordo tesisleriyle birlikte yüzde 20 zenginleştirme kapasitesine ulaştı.
Nükleer takas ve sorunun çözümü için doğan fırsatın kaçırılması
5+1’in siyasi, ABD ve İsrail’in ise askeri tehditlerinin durduramadığı İran nükleer programının her iki tarafı da memnun edebilecek çözümü için en önemli fırsat 2010 yılının mayıs ayında doğmuştu.
İran, Tahran’daki araştırma reaktörünün yakıtının bitmekte olduğunu belirterek yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyum temini için Ajans’a başvurdu.
Ajans, yasal olarak NPT üyesi olan bir ülkenin yakıt satın alma talebini karşılamakla yükümlüydü; ancak ABD’nin İran’a satın alma yerine takas önermesi ve İran’ın da 3.5 oranında zenginleştirilmiş 1 ton uranyuma karşılık yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş 100 kilo uranyumu takas etmeye hazır olduğunu açıklaması,[3] sorunun siyasi çözümü yönünde büyük bir fırsat yaratmıştı.
İran takas sayesinde ticari bir işbirliği alanı açıp programının kriz konusu olmaktan çıkarılmasını ve normalleşmesini sağlamış olacak; ABD de bu anlaşma sayesinde İran’ın zenginleştirme kapasitesini yüzde 3.5 sınırında tutmayı başarmış olacaktı.
Tahran, takasın ‘İran’da ve eş zamanlı olmamasını’ öngören ABD şartlarını dahi Türkiye ve Brezilya’nın arabuluculuğu sayesinde kabul etti; ancak Washington’un 1929 sayılı yaptırım kararını çıkarması doğan fırsatın çok kötü bir şekilde harcanmasına neden oldu.
Tahran, anlaşma yönünde attığı adımın bir zayıflık olarak algılanmasına ve cezalandırılmasına yönelik tepkisini Fordo tesislerini yüzde 20 oranında zenginleştirme yapabilecek kapasiteye ulaştırarak gösterdi.
Ruhani-Obama temasıyla doğan yeni fırsat
Nükleer programı 2000’li yılların ortalarından itibaren uluslar arası bir krize dönüştürülen ve sürekli olarak yaptırımlara maruz kalan İran’ın ağır bir bedel ödediği doğru; ancak tüm bu şartlara rağmen uranyum zenginleştirme kapasitesini yüzde 2’lerden yüzde 20’ye çıkardığı da bir gerçek.
Nitekim 2005’te İran’dan tüm tesislerini kapatmasını isteyen 5+1’in bugün zenginleştirmenin oranını müzakere eder hale gelmesi, ABD’nin de artık bu gerçeği kabullendiğini gösteriyor.
Zarif ve Kerry’nin katıldığı New York müzakerelerinde de Cenevre’deki müzakerelerde de açıkça gözlemlenen iyimserliğin temelinde yatan sebep de bu.
İran programının normalleşmesini, ABD ise tüm baskılara rağmen yaklaşık 10 yıldır gelişimini durduramadığı bu programın en azından yüzde 20’de sabitlenmesini istiyor.
Ruhani ve Zarif; müzakerelerde yapıcılık, programda şeffaflık mesajları veriyor. İran’ın Cenevre müzakerelerindeki heyetinin Başkanı Abbas Arakçi, “Zenginleştirme, nihai hedefin bir parçasıdır ve müzakere ya da uzlaşma konusu değildir; ancak bunun boyutları ve oranı görüşmeler içerisinde müzakere edilebilir”[4] diyor.
Başta ABD olmak üzere 5+1, İran’ın verdiği bu yapıcı mesajları daha öncekiler gibi bir ‘zayıflık’ olarak algılayıp kabul edilemeyecek şartlar dayatırsa 2004’te ve 2010’da kaçırılan fırsatlara bir yenisi daha eklenmiş olur.
Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel sekreteri sıfatıyla 2004’te Natanz ve İsfahan tesislerini ‘gönüllü ve geçici’ olarak askıya alarak yapıcı davranan; ama bu iyi niyet adımını belli bir takvimle sınırlandırmayan Ruhani bu kez cumhurbaşkanı sıfatıyla müzakerelerin ucunun açık olmadığını özenle vurguluyor. Hatta Asriran’a verdiği mülakatta NPT’den çekilmenin bile söz konusu olabileceğinin[5] mesajını veriyor.
Ruhani ve Obama arasındaki sembolik telefon görüşmesi, ikili ilişkinin bulunmaması sebebiyle uluslar arası bir krize dönüştürülen nükleer programın çözümü yönünde güçlü bir mesaj veriyor.
Suudi Arabistan ile İsrail’i yaptıkları işbirliğini gizleme gereği duymayacak[6] kadar telaşlandırması, çözüm konusundaki ciddiyeti gösteriyor.
Alptekin Dursunoğlu
Analiz, 28 Ekim 2013 06:30
Yorumlar (0)