Çamurcu'nun Gadir-i Hum Günü Konuşması
Ehl-i Beyt, 22 Ekim 2013 18:03Araştırmacı- Yazar Kenan Çamurcu , Antakya Spor Salonu'nda düzenlenen 15. Uluslararası Hz. Ali Gadir Hum Bayramı ve Kardeşlik Konferansı'nda Ehlibeyt dostlarına seslendi:
Sevgili Antakyalılar
Değerli dostlarım
Kıymetli hazirun
Gadir Hum bayramınızı tebrik ediyor, hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
İslam tarihinin kritik kavşağı olan Gadir Hum'u bayram olarak Türkiye'ye duyuran EHDAV'ı tüm yöneticileriyle birlikte kutluyorum. 15 yıldır azimle, sebatla, kararlılıkla bu güzel ve coşkulu şöleni düzenliyorlar....
Bu olağanüstü etkinliğin mimarı, EHDAV genel başkanı, değerli şeyhimiz, büyük alim, Akdeniz ve Arap Alevilerinin manevi önderlerinden Ali Yeral hocamıza daha özel bir teşekkür borcumuz var.
Kardeş Suriye halkının iki yıldır yaşadığı büyük musibet ve fitne zamanlarında, maneviyatı ve moralleri dipdiri tutmada en büyük pay Ali Yeral hocamızındır. İki yıldır yaşadığımız onca felakete rağmen Antakya'da birlik ve beraberliğin bozulmamış olmasını, aralarında Şeyh Ali Yeral'ın da bulunduğu bu şehrin maneviyat önderlerine borçluyuz.
Dolayısıyla Şeyh Ali Yeral'ın şahsında, Akdeniz ve Arap Aleviliğinin manevi liderliğini saygıyla selamlıyorum.
Sevgili Antakyalılar
Gadir Hum olayı mezhep tartışmasının konusu değildir. Gadir Hum'da Hz. Peygamber'e (s) varis olarak ilan edilen İmam Ali efendimiz, bu sıfatı bütün Müslümanları temsilen kazandı. Ne o sırada orada bulunan sahabeler, ne de sonrasında olayı işitenler İmam Ali efendimizin bu ünvanına itiraz etmediler. Bilakis onu kutladılar, buna sevindiler, bundan mutluluk duydular. İmam Ali'nin nübüvvetten sonraki dönem için varis kılınmasına sadece münafıklar üzüldü. Onlar da öfkelerini gizledi, sustu, sessiz kaldı.
Gadir Hum, halifelik tartışması da değildir. Öyle olmadığı için pek çok Sünni âlim ve muhaddis Gadir Hum rivayetlerini olduğu gibi nakletti.
İmam Ali'nin hakkını ve liyakatini inkar eden tarafsız hiçbir âlim yoktur. İnkarcılar, Ali'ye düşmanlık eden odağın ve ocağın ideolojik mirasçılarıdır.
İlk iki halife, İmam Ali'nin toplumsal ve dini liderliğini hiçbir zaman inkar etmedi. Meşruiyetin kaynağı olarak Ali'yi gördüklerini de gizlemediler. Toplumsal sorunlarda ne zaman çıkmaza girilse başvurdukları merci hep Ali oldu. Çünkü Ali, Allah Rasülü'nden miras kalan vahyin, geleneğin, hakikatin muhafızıydı.
Bütün bu söylediklerimiz, mezhep farkı olmaksızın bütün Müslümanlar için geçerli doğrulardır. Hangi mezhebin sosyolojisine mensup olursa olsun bir Müslüman için önemli olan, İslam'ın hakikatini ve doğrularını temsil makamıdır. Bu makamın tartışmasız sahibi de bütün Müslümanların ittifakıyla İmam Ali efendimizdir.
Sonraki dönemlerde, Gadir Hum olayının gerçekliğinden kaçamayan Ali düşmanları çareyi, hayatı din ve dünya diye ikiye bölmekte buldu. Dünya işlerini kendi ellerine aldılar, din işlerini ise İmam Ali'nin veraset makamına terkettiler. Yani fıkıh ve idareyi zaptürapt altına alıp, maneviyat ve irfanı Ali'yi takip etmek isteyenlere lütfettiler. Tasavvufun ortaya çıkması, işte bu bölünmüş zihin ve algının sonuçlarındandır. Saltanatın baskısından ve zulmünden korkanlar, İmam Ali'nin temsil ettiği manayı tasavvuf içinde yaşattılar.
Burada bir parantez açıp söylersek, İbn Teymiyeci selefiliğin tasavvuf düşmanlığı bidat ve hurafelerle mücadeleden dolayı değildir. Aksine, Ali'nin mirasının tasavvuf içinde yaşıyor olmasındandır.
Sünni dünya İslam düşüncesini din ve dünya diye ikiye ayırdı. Maneviyatta İmam Ali'nin temsiliyetini, verasetini ve mirasını tasavvuf içinde nesilden nesile aktardı. Fıkıhta ise sarayın din kültürünün baskısı altında İmam Ali'ye pek yer veremedi. Ama Ali'nin Şiaları ve Aleviler, hem dünya, hem de maneviyatı birarada tutup güçlü bir gelenek olarak korudu. Bu geleneği ince işçilikle kitaplara nakşetti. Saltanatın ürettiği din kültürünün karşısına Hz. Peygamber'in öğrettiği hakikati başarıyla çıkarabildi. Bu sebepten saltanat rejimleri ve onların din kültürü tarih boyunca meşruiyet krizi yaşadı. Bu krizin üstesinden gelebilmek için Ali'nin Şialarını ve Alevileri katletttiler, kitaplarını yaktılar.
Değerli dostlarım
Hz. Peygamber'in ebter, soyu kesik olduğuna sevinen müşrikler için büyük hayal kırıklığı Gadir Hum'dur. Allah Rasülü'nün mirasçılarına bu nedenle hep büyük öfke duydular. Her ellerine fırsat geçtiğinde Peygamber'i ebter yapabilmek için Ehl-i Beyt'in bireylerini ve takipçilerini katlettiler. Ama başaramadılar. Allah Rasülü'nün soyunu kurutamadılar. O mübarek miras, güçlü bir kaynak ve şelale olarak büyüdü büyüdü, coştu, binlerce yeni pınarı besledi.
Bu nedenledir ki dinimizi Ali'den öğrenmekteki ısrarımız, nifak esnafını da, küfür erbabını da mutsuz ediyor, çılgına çeviriyor. Öyle bir çılgınlık ki, Suriye'de adı Hüseyin olan seyyid alimin sabilerini gözünün önünde boğazlıyor, ardından seyidin de boğazını kesiyor ve sonra çıkıp bunu övünerek anlatıyorlar.
Tıpkı Hüseyin efendimize kıyan melun Yezid'in, işlediği büyük cinayetten sonra müşrik atalarına iftiharla seslendiği gibi.
Dostlarım
Dikkatle not ediniz: Nifak esnafının da, küfür erbabının da nefreti, İmam Ali efendimiz Hayber kapısını söküp fitnenin ocağını söndürdüğü zaman başladı. Bugünün emperyalistleri, Hayber'den beridir Ali'ye ve takipçilerine öfkeliler. Bugünkü nifak dalgaları Hayber'de köpürmeye başladı. Gadir Hum'dan sonra da yüzeye çıktı ve imanın surlarına çarpar oldu. Bugün Suriye'yi viraneye çevirmeye debelenen kötülük, işte bu hendekte akıyor.
Haçlı ruhu bir kez daha ayaklandıysa ve tekrar Şam önlerine kadar geldiyse, bu, Hayber'in intikamının kaynattığı öfkedir ve nefrettir. Hayber'de ittifak eden nifak ve küfür, bugün Suriye'de modern biçimiyle karşımızdadır.
Değerli dostlarım
Suriye meselesinin kimya bozucu etkisine iki yıldır tanıklık ediyoruz. Kahraman sandıklarımızın aslında sinsi birer hain olduğunu bu süreçte öğrendik. Gerçek dostluğun anlamını da Suriye'ye musallat olan fitne öğretti bize.
Dev dünya güçleri Suriye'nin üzerine çullanmaya karar vermişken varını yoğunu ortaya koymaktan çekinmeyen İran'ın vefasını Suriyeliler unutabilir mi? Seyyid Hasan Nasrallah ve Hizbullah'ın İmam Ali'nin fedaileri olup Şam savunmasında en öne geçmesini hangi vicdan unutkanlığa terkedebilir?
Suriye, İran ve Hizbullah bütün dünyaya cesaretin en görkemli öyküsünü armağan etmedi mi?
Dostlarım, Suriye'ye musallat olan fitnenin gözü çıkarılmıştır, Allah'ın izniyle. Bundan sonra artık korku yoktur. Artık Hz. Peygamber ve bir avuç yaranının muhasara altında aç bırakıldığı Şib-i Ebi Talib günlerinde değiliz. Hayber günlerindeyiz, Hayber günlerindeyiz. İmam Ali'nin kapısını söküp mücahitlere köprü yaptığı ve fitne karargahını dağıttığı Hayber günlerinde.
Değerli dostlarım
Ezberlerden kurtulmalı ve önümüze konan herşeye eleştirel bakmalıyız:
Avrupa ortaçağlarında haçlılık ruhu Müslüman toplumlarda din misyonerliği yapıyordu. Aynı ruh, aydınlanma ve sömürgecilik dönemlerinde medeniyet misyonerliğine soyundu. Bugün Amerika'nın başını çektiği modern zamanlarda ise kapitalist demokrasi ve modernleşme misyonerliği yapıyorlar.
Yeni sömürgecilik, Avrupa'nın tarihsel tecrübesinde türeyen kapitalist demokrasiyi Müslüman ülkelere dayatıyor. Bu misyonerliği bizim gibi ülkelerin mutlu ve müreffeh yaşaması için mi yapıyorlar? Buna inanan var mı?
Bizim gibi ülkeleri küresel kapitalizme entegre etmek için bunu yapıyorlar. Otomasyona bağlı sömürgeciliği işletebilmek için kapitalist demokrasiyi benimsememizi istiyorlar.
Halkın iradesinin tecelli etmesi, serbest seçimler, hak ve özgürlükler umurlarında değildir. Öyle olsaydı gerici Suud rejimine neden izin veriyorlar? Sadece halkın iradesinin tecellisini isteyen Bahreyn'deki kıyıma niye sessizler? Körfez şeyhliklerinin gerici, çağdışı, ilkel rejimleriyle niye araları güllük gülistanlık?
Değerli dostlarım, kıymetli Antakyalılar
Suriye tecrübesi gösterdi ki hiçbir farklılık birlikte mücadele gereğinin önüne geçemez. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı örneğimiz, Suriye'deki fitneyle mücadelenin biriktirdiği tecrübedir.
Birlikte mücadelenin modeli Suriye krizi boyunca şahit olduğumuz modeldir: İran-Suriye-Hizbullah, Bolivar devrimleri, Rusya, Çin, Hindistan gibi birbirinden çok farklı kültürlerin birbirlerinin değerlerine saygılı ilişkileri bize örnek olmalı. Birbirinden farklı bu kültürlerin, onları yoketmeye yeminli emperyalizme karşı kollektif direncini model almalıyız.
Farklılıkların birlikte mücadelesinin temel kuralı, farklılıklara saygıdır. Edep, ahlak, saygı, diyalog üslubuyla omuz omuza verilmelidir. Yatay çelişkileri tartışırken de kardeşlik bağını zedeleyecek fütursuzluktan özenle kaçınılmalıdır.
Birinci derecede önemli olan, emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı durmaktır. Bu paradigma içinde yeralmış her farklılıkla karşılıklı saygı içinde yatay çelişkileri konuşabilir, tartışabiliriz. Ama bu tartışma asla ortak çatı altında mücadele irademize zarar vermemelidir.
Dostlarım,
Alternatif küreselleşmenin merkezlerinin birlikte mücadele iradesine dikkat ediniz. Her biri ayrı politik ve toplumsal kültür dünyalarına sahip. Ama mücadele çerçevesini bozacak biçimde tartışmıyorlar. Mesela İran'da velayet-i fakih demokrasisi, Suriye'de laik cumhuriyet, Venezuela'da Hıristiyan sosyalist bir kültür iklimi var. Mutlaka birbirlerinin dünyalarına eleştirileri var ama bu eleştiriler sömürgeci batının kültürel ve askeri saldırılarına birlikte karşı durmalarına engel oluşturmuyor.
Dostlarım
Dikkatten kaçan önemli nokta şudur: İran, Suriye, Venezuela, Rusya ve diğerleri, tarihsel olarak kıta Avrupası ve aktüel olarak da Amerika'nın temsil ettiği anlama karşı çıkıyorlar. Bu anlamın siyasi, entelektüel, tarihsel, kültürel ve askeri kimliğini reddediyorlar.
O nedenle Avrupa'nın sömürgeciliğine de, din veya aydınlanma misyonerliğine de muhalifler. Türkiye'de bazı anti-emperyalist çevrelerde doğru anlaşılamayan budur.
Amerika'nın Suriye'ye saldırmasına karşı çıkan kimileri, o saldırı niyetinin felsefi ve kültürel sabıkasını gözardı ediyor. Suriye'ye saldırmanın sadece siyasi ve askeri bir mesele olduğunu sanıyorlar. Yanlıştır. Suriye'ye haçlı ruhuyla saldırıyorlar: Yani ortaçağlarda da aynı nedenle ve aynı amaçla; aydınlanma ve sömürgecilik çağlarında da aynı nedenle ve aynı amaçla Suriye'ye geldiler. İran'a, Anadolu'ya ve daha ötesine hep aynı nedenle ve aynı amaçla gidiyorlar.
İran ve Suriye'ye saldırmak isteyenler, basit bir iktidar kavgası içinde olmadıklarını uzun zaman önce itiraf ettiler. Amaçlarının "medeniyetler çatışması" olduğunu söylediler. Haçlı ruhuyla, Müslüman ülkelere demokrasi ihraç etme emellerini hiç gizlemediler. Bunun için rejimleri ve ülke sınırlarını kendi çıkarlarına göre değiştireceklerini gözümüzün içine bakarak söylediler. Eğer bu işi kendi elleriyle yapamazlarsa yerel ajanlar ve ajandalarla işbirliğine gideceklerini çok sayıda senaryoyla ilan ettiler.
Suriye'ye üşüşmüş çok uluslu terör lejyonları, bu özelleştirilmiş savaşın örneği değil mi?
Sömürgecilerin emellerini askeri ve siyasi amaçla sınırlayıp, onu vareden kültürel ve entelektüel sabıkayı gözden kaçıranlar zihinlerini sömürgeciliğe teslim etmiş olurlar.
Ne sanıyoruz? Suriye'de, İran'da ve diğer ülkelerin topraklarında uygarlık, entelektüel faaliyet, felsefe, bilim, akıl, düşünce çıkmadı mı?
Kıta Avrupa'sında ikiyüz sene önce görülen fikirlere büyük hayranlık besleyip kendi topraklarımızın binlerce yıllık derin ve görkemli birikiminden habersiz olmak bir kimlik problemi değil mi?
Kendine özgüvenini yitirmiş ve kendisini sömürgeci kültüre ait hisseden bir akıl emperyalizme nasıl direnebilir?
Tabii ki insanlığın heryerdeki birikiminden azami ölçüde yararlanacağız. Ama sadece kıta Avrupasının tarihsel tecrübesine sadakat göstermede bir sorun yok mu? Bir zihin, kendisini sadece tarihsel Avrupa'yla kısıtlayarak ülkesine ve insanlığa gerçekten katkı sayılabilecek ne üretebilir?
Ne yazık ki batının teknolojisi bizi büyülüyor. O teknolojiyi üretmiş kültürün aklımızı emmesine izin veriyoruz.
Oysa kendimize şöyle sormalıyız: Teknolojiyi uygarlıkla eşitleyen akılla insanlığın umut duyacağı bir gelecek inşa edilebilir mi?
Batının ürettiği teknolojiyi insanlığın felsefi kurtuluşunun ve refahının tek imkanı mı göreceğiz? Düşünce ve inançların yerine teknoloji ikame edilerek mi insanlığa mutluluk bahşedilecek? Batı teknolojisinin hatırına insanlığın binlerce yıllık birikimini çöpe mi atacağız? Mısır, İran, Hint, Çin ve başka halkların ürettiği hiçbir şeyin teknoloji karşısında zerre değeri yok mu?
Batı dışı medeniyetlerden de yeni bir gelecek inşası için yararlanmaya neden bu kadar kayıtsız, hatta kimi zaman tepkili olunabiliyor?
Bizim topraklarımızda doğmuş bilim ve felsefeye kayıtsız kalınmasının sebebi, bu dünyanın cahili olunmasıdır. Sırf bu yüzden bu toprakların kültür değerlerinden mahrum kalınıyor.
Kendi eksikliği, kusuru ve kabahati yüzünden Avrupa dışındaki medeniyetlerden mahrum kalanlar bundan üzüntü, acı ve mahçubiyet duymalıdır.
Bunu yapacağına bu kültürleri aşağılamak, küçümsemek, oralarda hiçbir şey bulunmadığını öne sürmek sömürgeciliğin beşinci kolu olmaktır, ihanettir, hainliktir.
Hepinizi saygıyla, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum.
Ehl-i Beyt, 22 Ekim 2013 18:03
Yorumlar (0)