Suikast Hikayesi Senaryonun Parçası
Analiz, 19 Ekim 2011 13:15İran?ın eski diplomatlarından Muhammed Ferazmend, ABD yönetiminin Suudi Arabistan?ın Washington büyükelçisinin İranlılar tarafından öldürülmek istendiğine dair iddiasını daha büyük bir senaryonun ön hazırlığı olarak değerlendiriyor.
Suudi Arabistan, Washington Büyükelçisi Adil el-Cubeyr’e yönelik belirsizliklerle dolu senaryoyu bahane edinerek iddialar ispat edilmeden önce İran’a karşı Arap dünyasından ve uluslar arası toplumdan destek arayışına girdi.
Daha şimdiden Körfez İşbirliği Konseyi, Arap Birliği ve bazı Avrupa ülkeleri, İran’ı mahkum ederek Suudi Arabistan ile Amerika’nın yanında yer aldılar. Öte yandan bu meselenin Amerikan Adalet Bakanı tarafından söz konusu edilmesinin üstünden bir gün geçtikten sonra Amerikalı bölge ve terör uzmanları bile bu senaryoyu çok zayıf olarak nitelediler.
Kongre Araştırmalar Servisi Üyesi ve Bölge Uzmanı Kenneş Katzman, Foreign Policy’ye verdiği mülakatta, son senaryo ile ilgili birçok belirsizlik ve cevapsız soru bulunduğunu belirterek yıllar boyu İran konusunda araştırmalar yapan biri olarak kendisiyle çalışma arkadaşlarının bu senaryoyu kuşkulu bulduklarını söylüyor.
New York Times de Robert Mackey imzasıyla yayımladığı yazıda, söz konusu senaryoyu ikinci sınıf bir film senaryosu olarak niteliyor ve bunun açıklanmasından yalnızca 24 saat geçtikten sonra bölge uzmanlarının bu senaryonun sıhhati konusunda seslerini yükselttiğine dikkat çekiyor.
Foreign Policy, Stephen Walt imzasıyla yayımladığı “Burada bir şeyler uymuyor” başlıklı yazıda “Barack Obama yönetimi, özellikle de Adalet Bakanı Eric Holder, daha fazla inandırıcı kanıt göstermedikçe Colin Powell’in Güvenlik Konseyi’nde Irak’ın kitle imha silahı programı konusundaki raporuyla yaptığı meşhur diplomatik gafla eşit düzeyde bir diplomatik gafla karşı karşıya kalacak” diye yazdı.
Walt, Foreign Policy’de bu konuda yazdığı diğer yazısında “Yeni dönemde İran’ı felç edecek yaptırım şansı bulunmadığına göre Amerikan yönetiminin bu senaryo ile hedefi nedir? Acaba ekonomik durum, Arap Baharı ve Arap İsrail barışındaki diplomatik başarısızlık gibi meselelerden dikkatlerin başka yöne çevrilmesi mi amaçlanıyor? Yoksa bu senaryo 2012’deki seçim kampanyaları ile mi ilgili?” diye yazdı.
El-Cezire internet sitesinin yaptığı anketin sonuçları da sitenin Arap okurlarının yüzde 65’inin bu senaryoya inanmadığını gösterdi.
Kuşkusuz İran ile Suudi Arabistan, en iyimser tespitle enerji konularında, bölgesel güç dengelerinde ve İslam dünyasını etkilemede birbirinin rakibidir. Suudi Arabistan son 30 yıldır, İran’ın enerji alanındaki birincilik konumunu ele geçirmiş, İran’ın savaş ve uluslar arası yaptırımlar altında bulunduğu şartlarda ekonomisini İran’a nispetle iyileştirmiş, İran’ınkinin üçte biri kadar bir nüfusa sahip olmasına rağmen gayri safi milli hasıla, petrol geliri ve arz rezervleri konularında İran’ı geçmiştir.
Güvenlik alanında da Suudi Arabistan, Amerika’nın bölgedeki birinci stratejik müttefiki haline gelmiştir. Buna karşılık İran da Fars Körfezi, Hazar Denizi, Hürmüz Boğazı, Fars Körfezi’nin tüm kuzey kıyılarının sağladığı jeostratejik konumu, 70 milyonluk nüfusu, askeri, bilimsel ve nükleer alanlarda sahip olduğu yerli teknoloji ve Ortadoğu’daki nüfuzu bakımlarından Suudi Arabistan’dan üstün durumdadır.
İran Arabistan ilişkileri Hatemi’nin reformcu hükümetlerinin iktidarda olduğu birkaç yılık dönem haricinde geçtiğimiz 30 yıl boyunca hep gerilimli olmuştur. Geçen 30 yılda iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan en önemli güvenlik sorunları özet olarak şöyledir:
İran’la yaptığı savaş sırasında Suudi Arabistan’ın Saddam’ı desteklemesi. (Suudi Arabistan’ın eski Kralı Fahd, Saddam Hüseyin’e yaptıkları mali yardımı 28.5 milyar dolar olarak açıklamıştı)
Amerikalıların 1990’lı yıllarda Suudi Arabistan’ın doğusundaki Amerikan askeri üssünde yaşanan patlamanın İran tarafından gerçekleştirildiğini iddia etmesi, Saddam’dan sonra iki ülkenin Irak konusunda rekabet etmesi, iki ülkeninLübnan konusunda farklı düşünmesi, iki ülkenin enerji alanında pazar kazanmak için giriştiği rekabet ve nihayet, 2011 yılının şubat ayında Arap Baharı dalgalarının Bahreyn’e ulaşması, iki ülke arasındaki gerginliği zirveye çıkardı.
Amerikalıların bu kez İran-Suudi Arabistan ilişkilerini hedef alarak söz konusu ettiği senaryo, iki ülke arasındaki güvenlik meseleleri konusunda ortaya atılan en ciddi ve en önemli iddia değildir. Bu senaryoda birçok kuşku bulunmasına rağmen Arabistan’ın İran’ın mahkum edilmesi için uluslar arası bir cephe kurulması konusundaki ısrarı, Suudilerin İran’a karşı güvenlik ve dış politika açılarından yeni bir yönelişe geçtiğini gösteriyor.
Suudiler, özellikle Saddam’ın devrilmesinden sonra son yıllarda bölgesel gelişmelerden İran’ın sürekli karlı çıkmasından ve hem Irak’ta hem de Ortadoğu’da nüfuzunun artmasından dolayı öfkeliydiler. Ancak 2011 yılında Arap devrimlerinin ortaya çıkmasıyla Suudilerin bu öfkesi çıldırma düzeyine yükseldi.
İçeride, Suudi hanedanının asli oyuncularının elden ayaktan düşmüş ve hastalıklı olmasından dolayı bunalım yaşamakta olan Suudiler, büyük ve homojen kararlar alabilecek yeterlilikte değildirler.
Onlar bu şartlar altında bir anda sınırlarının hemen önünde bir de Arap devrimlerinin dalgasıyla karşı karşıya kaldılar. Suudi Arabistan’ın küresel mali nüfuzu ve parası, şimdilik Bahreyn ve Yemen’deki devrimlerin kaderini rehin almış bulunuyor. Ancak şurası da oldukça açıktır ki, Suudiler bu iki devrimi kontrol etmek için yeterli siyasi kudrete ve güvenlik gücüne sahip değildir. Arap dünyasında mevcut statükonun korunmasından yana olan Suudi Arabistan, Arap demokrasi talebi dalgasıyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Suudiler, Ortadoğu bölgesindeki gelişmelere İran’la güç dengesi penceresinden bakmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlara göre Arap dünyasındaki mevcut gelişmelerden İran kârlı çıkmaktadır. Bu düşüncenin doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, Suudiler son aylarda Arap dünyasındaki bu ciddi değişimleri önleyebilecekleri iddiasını yaymaya çalıştılar.
Son aylarda Suudi Arabistan dış politikasındaki yoğun İran karşıtı hava, Amerikalılara Suudilerin mali itibarına ve stratejik akılsızlıklarına dayanarak İran’a yaptırım ve yalnızlaştırma politikasını geliştirme fırsatı verdi.
Öyle görünüyor ki Suudi büyükelçisine yönelik suikast hikayesi, önümüzdeki günlerde İran hakkında yayımlanacak iki uluslar arası raporla daha geniş boyutları ortaya çıkacak olan daha büyük bir senaryonun sadece küçük bir bölümüdür. Bu raporlardan birisi, Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programı konusundaki raporu, diğeri de insan hakları özel raportörü Ahmed Şehid’in raporudur. Bu manzaraya göre önümüzdeki günlerde gözlemcilerin dikkati yeni meselelere yoğunlaşacak ve o zaman da artık Suudi elçisi suikastına dair hikayenin ne kadar doğru olduğunun bir önemi kalmayacaktır.
Bu hikayenin işlevi, ortamın hazırlanması ve Suudi Arabistan’ın da cephenin ileri hattı haline getirilmesiydi. Belki de Arabistan, İran karşıtı bu sert uluslar arası havayı öngördü ve geleneksel davranışının aksine bu kez, korkusuzca meydana atıldı.
Acaba İran’la Arabistan arasında düşmanlık ateşinin körüklenmesinin sebebi; Batının Arap dünyasındaki hızlı değişimi kontrol etmek ve Wall Street hareketinin kaygı verici bir şekilde gelişmeye başlamasına sebep olan son yıllardaki ekonomik krizden kurtulmak amacıyla 600 milyar dolarlık Suudi sermayesi üzerine İran’a karşı operasyon desteği adı altında hesap yapması değil midir?
Batının siyaset ve propaganda alanında başlattığı yoğun saldırılar, uluslar arası siyasi gözlemcilerin çoğunun gelecek günlerde ve haftalarda önemli haberler duymak için kulaklarını daha da açmasına sebep olmuştur.
Şu anki durum, çatışan tüm taraflar için hiçbir ihtimali devre dışı bırakmayacak ölçüde bunalımlıdır.
Çeviren: Alptekin Dursunoğlu - YDH
Analiz, 19 Ekim 2011 13:15
Yorumlar (0)