?Biz Müslümanız!..? Ya da ''Nehnu Müslim?
İslam, 10 Ağustos 2011 19:53Kurtlar Vadisi yazarlarından; "Bozkırın Sırrı: Türk Peygamber" ve "Aşkın Şehidi" isimli Kerbela romanının yazarı Ahmet Turgut'un Meşhed'deki duygusal anları:
Ramazan arifesinde İran’daydım. İran Radyo-TV Kurumu ülkelerindeki film platolarını tanıtmak için Türkiye’den otuza yakın yönetmen, senarist, oyuncu ve muhabir davet etmişti. Teklif bana iletildiğinde “biricik isteğim var” dedim: “Meşhed’e de gidebilecek miyim?”
Evet!.. Benim açımdan en önemlisi Meşhed’i görebilmekti. Daha doğrusu oraya şeref veren zâtı ziyaret edebilmek. Çünkü orada Peygamberimizin yedinci kuşak torunu Hz.İmam Ali Rıza yatmakta…
İstanbul-Tahran uçuşumuz üç-dört saatlik bir tehirle nihayetlendiğinde İran’ın başkentindeydik. Şehre dair ilk intiba Ankara’nın büyüğü ile karşı karşıya olduğumuzdu. Biricik farkla!..
Kadınların başlarında örtüleri vardı. Malum; saçları görünse bile tüm kadınlar İran’da bunu yapmak zorundalar.
Gezinin ilk dört günü teknik konularla ilgiliydi. “Hz.Yusuf” dizisinin çekildiği devasa eski Mısır platosunu; otantik 6.asır Mekke’sini, 19.asır Tahran’ına ait caddeleri, İran-Irak Savaşına dair cephe şartlarının oluşturulduğu mekânları gezdik. Yüksek maliyetli ve emek alıcı çalışmalardı. Eski Mısır’da geçen bir aşk hikâyesi için bile sinema yapımcılarının yolunun İran’a düşeceği kesin. Mekke platosu da hayli iddialıydı. “Çağrı” filmindekine nazaran kat be kat geniş ve görkemli olan dönem Mekke’si tüm Ortadoğulu sinemacılar açısından cazibe merkezi olmaya aday...
Davetin teknik kısmı bitince Türkiye’den birlikte geldiğimiz arkadaşlar için artık dönüş vaktiydi. Lakin benim için olmazsa olmaz kısma henüz başlıyorduk.
Tahran-Meşhed arası bir saatlik uçuştan sonra Farsça ve Türkçe bilen mihmandarımla birlikte hava limanındaydım. Tabelalardan görebildiğim kadarıyla ŞY’nin İstanbul-Meşhed arasında direkt uçuşları da vardı.
Evet! Meşhed’deydim nihayet, tarihi Horasan topraklarında…
Şu an Razavi Horasan eyaletinin başkenti olan Meşhed, Türkmenistan ile sınır komşusuydu.
“Horasan” kelimesi Farsça’da “güneşin yükseldiği yer” manasına geliyor. Farisiler belki de doğularında kaldığı için bu topraklara böylesi bir isim verdiler. Oysa Türk tarihi açısından bakıldığında da Horasan bu manayı ziyadesiyle hak etmekte…
Rahatlıkla; “bizler için güneş oradan doğdu” diyebiliriz. Zira 6.asrın ortalarından itibaren orada meskûn olan Türkler ilk olarak İslamiyet ile tanıştılar. Atalarımız için iman nuru Horasan üzerinden parladı. İşte, bizler için İmam Ali Rıza bu nurun en büyük kandili…
O ve Kutlu evladı eliyle İslamiyet’le tanıştık. Hace Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve daha nice zatlar, İmam Rıza’nın yoldan ve belden evlatlarıydılar. Üzerimizdeki bunca himmeti nedeniyle İmam Rıza’yı ziyaret etmek daha bir önemli hale gelmişti. Havalimanından doğruca Meşhed-i Harem’e geçtik.
Evet!.. Orası da tıpkı Hicazdakiler gibi devasa bir Harem’di. (Niyetim mukayese değil sadece algıda kolaylık oluşturmak.)
İçeride 200 bine yakın ziyaretçi vardı. Mekân her anlamıyla yaşam sahasıydı. Bir yanda kadınlar bebeklerinin altını değiştirirken; başka bir yerde Kuran’lar okunuyordu. Zemini mermer kaplı açık yahut kapalı olan koskoca salonların birinde Azerice meşiyeler-ağıtlar okunurken, bir başka yerde Farisice vaazlar vardı. Araplar, Pakistanlılar, Arnavut Bektaşileri de öbek öbek toplanmış vaziyette duayla meşguldüler.
Türbenin bulunduğu çekirdek kısma yaklaştıkça artık omuz omuza ilerliyorduk. Saati aşkın bir mücadelenin sonunda izdiham karşısında pes etmiştim. “İyisi mi, gece yarısı geleyim, rahat rahat ziyaretimi yaparım” diyerek otele geçtim.
Klimalı, temiz bir odadaydım ama rahat değildim. Aklım Harem’deydi. Meşhed’i düşünüyordum. Lûgatlara göre Meşhed; “şehid edilen yer” demek. Yahut “şahid olunan yer…”
Malum, Arapça’da her iki kelime de aynı kökten geliyor. Gönlümüzdeki “tanıklık” idi. Şahid olmak arzusundaydık. Ama kendi nasibimizce, kendi muradımızca…
Vakit gece yarısını geçerken yeniden Harem’deydim. Gündüzkinden daha kalabalık bir ortam vardı. Anlaşılan omuz omuza, adım adım, karınca misali türbeye ilerleyecektik.
Kendimi o son odaya da atabildiğimde insanların canhıraş uğraşıları, ağıtları, duaları dalga dalga tenimi sarsmaya başlamıştı. Sanki Hesap Günü’ndeydik. Kitabın belirttiği üzere İmamlarımız (önderlerimiz) ile Rabbin huzuruna alınmıştık. Her can, -evladını ve ebeveynini unutarak- sadece ona doğru ilerleme derdindeydi. Elinden tutabileceğimiz, sancağı altında durabileceğimiz Efendimizi, Hz.Muhammed Mustafa’yı arıyorduk.
Zaman donmuştu Meşhed’de. Eller, gönüller, diller Âlemlerin Rabbine açılmıştı. Herkes ağlıyor, af diliyor, o Kutlu Soyun gölgesi altına sığınmaya çalışıyordu.
Sabah ezanı okunurken kalabalık daha da artmıştı. Namaz için safların arasına karıştığımda aklıma geldi. Şiiler namazlarında ellerini bağlamayıp yana bırakıyorlardı. On binlerce kişinin arasında ellerini birbirlerine bağlayan ayrık otu misali mi, duracaktım. Önce insicamı bozmamak saikiyle ellerimi yana bırakmayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Alışkını olduğum usulle namazımı kılacaktım.
Hemen sağımdaki kişi baştan ayağa beyazlar içerisinde olan elli yaşlarında biriydi. Farisi, Azeri yahut Pakistanlı olmadığı aşikârdı. Namaz bittiğinde bana dönüp sordu: “Ente Sünni?”
Arapça bilmem lakin ezberimde birkaç kelime vardır. Ne sorduğunu anlamıştım. “Sünni misin?” diyordu. Sağ kolumu onun omzuna atarak “nehnu Müslim” deyiverdim: “Biz Müslümanız!..”
Adamcağızın önce gözleri doldu sonra ağlamaya başladı. Ha bire Arapça bir şeyler söylüyordu. “Hacı, Arapça mafiş” kabilinden esnaf diliyle durmasını, onu anlayamadığımı belirtmeye çalıştım. Ama o konuşmaya devam ediyordu. Az sonra ben de Türkçe bir şeyler söylemeye başladım. Yaklaşık on dakika karşılıklı konuştuktan sonra aklıma geldi ve “Do you speak English?” diyerek sordum. Anında “Yes” deyiverdi. Artık İngilizce anlaşıyorduk. İlkin o sordu. “Türkçe olarak bana ne söylemiştin?”
“İnşallah kendi memleketinde de Sünni kardeşlerinle omuz omuza namaz kılar, aynı kıble de buluşmanın nimetini yaşarsınız” dediğimi, söyledim.
O ise Arapça konuşurken bana; “inşallah diğer Sünni kardeşlerimiz de böylesi mekânlara gelirler. Buralar sadece Şiilerin ziyaret ettikleri yerler olarak kalmaz” demiş özetle. Fark ettim ki, biz İngilizceyi devreye sokmazdan evvel de gayet güzel anlaşmışız.
Gönüller, muratlar ve kıbleler bir olunca dillerin farklılığının bir manası yokmuş. Ezberden de söylenebilecek olan bu tespit, şahit olunduğunda daha derinden işliyor.
Evet!.. Meşhed’de bunu görmüştüm. Tanıklığım; kardeşliğimizdi. İstanbul’a dönerken zihnimde Resulullah’ın Veda Hutbesindeki çağrısı vardı.
“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız kurtuluşa erersiniz. İlki Allah’ın ipi olan Kur’an; ikincisi ise Ehl-i Beyt’imdir.”
Özelde Ortadoğu, genelde tüm İslam coğrafyası her zamankinden daha çok ateş üzerindeyken, birileri adım adım bizleri mezhep kavgalarına sürüklemek isterken elimizdeki reçetenin kıymetini anlamamız gerek…
Bu vechile -19 Nisan’da yayımlanmış olan- “Günümüzde Hz.Hasan” yazısının yeni baştan okunmasını rica ediyorum.
Görüşmek üzere…
yazete.com
İslam, 10 Ağustos 2011 19:53
Yorumlar (0)