Amerika'ya Asker Yeşil Kuşak
Analiz, 08 Ağustos 2011 06:00Filistin meselesinde tepki gösteren bir muhafazakarlık veya Filistin'e savaşmaya giden bir İslamcılık hiç görülmedi, Saddam İran'a saldırdığında İran'ı savunmaya koşan İslamcı hassasiyet, yahut Saddam'ın saldırganlığını kayda geçen bir muhafazakarlık hiç olmadı, ama İslamcılar ve muhafazakarlar Afganistan, Bosna, Çeçenistan gibi ?yeşil kuşak? dünyasında meşru ve makbul soğuk/sıcak gerilim alanlarında Türkiye'yi temsilen hep görev aldılar.
“Neo-aryanizmi önleme” seferberliği: “Yeşil kuşak”ta restorasyon, neo-Osmanlıcılığı ihya, hegemoni savaşına mevzi
Modernite havzasının iki siyasi enstrümanı olan kapitalizm ve sosyalizm arasındaki soğuk savaş esnasında Amerikalıların “yeşil kuşak”la Sovyetler Birliği'nin yayılmasının önüne barikat kurarken modernite havzasının dışından bir güçten, ABD'nin çıkarlarını koruyacak biçimde başkalaşmış İslam'dan destek aldığını not edelim. Bu İslam'ın 1969'da Amerikan 6. filosunun askerlerini Dolmabahçe'de denize dökmeye koşan sosyalist gençlerin üzerine saldıracak düzeyde sivil toplum kimliğine nüfuz etmiş olması “yeşil kuşak”ın muhafazakarlıkta sarsılmaz bir temel, güçlü bir nüve, neredeyse genetik kod sayılmasını hakediyor. O zamanlardan başlayarak muhafazakarlık (hatta İslamcılık bile), etkin ve aktif müdahalede bulunduğu bütün kriz alanlarını hep “yeşil kuşak” nezdinde meşru, makbul ve teşvik gören örneklerden seçti. Sözgelimi Filistin meselesinde tepki gösteren bir muhafazakarlık veya Filistin'e savaşmaya giden bir İslamcılık hiç görülmedi, Saddam İran'a saldırdığında İran'ı savunmaya koşan İslamcı hassasiyet, yahut Saddam'ın saldırganlığını kayda geçen bir muhafazakarlık hiç olmadı, ama İslamcılar ve muhafazakarlar Afganistan, Bosna, Çeçenistan gibi “yeşil kuşak” dünyasında meşru ve makbul soğuk/sıcak gerilim alanlarında Türkiye'yi temsilen hep görev aldılar.
Aralık 1979'da Sovyetler'in askeri işgali ile sonuçlanan Afganistan krizi, soğuk savaşın sonuna doğru yaşanmış en büyük gerilimdi. Aslında Sovyetler'in Afganistan'ı işgalinin, Amerikalıların 1977'de Pakistan'da sosyal demokrat/sosyalist Butto iktidarına karşı desteklediği “yeşil kuşak” askeri darbesine cevap olduğunu düşünmek mümkündür. Ama asıl büyük kriz, Afganistan-Pakistan hattında kapitalizm ve sosyalizm arasında yaşanan gerilimde modernite dışından bir medeniyet birikiminden, Müslüman enerjiden sürekli kapitalizm lehine dengeyi bozucu katkı alınıyorken, İran'da 1979 Şubat'ında gerçekleşen İslam devrimiyle birlikte “yeşil kuşak”ın İmam Humeyni tarafından “Amerikancı İslam” ilan edilmesiyle ABD ile Müslüman dünya arasındaki tartışmasız bağın ağır darbe almasıyla yaşandı. İran İslam devrimi, soğuk savaşta Amerikalılara büyük avantaj sağlayan “yeşil kuşak” doktrininin deşifre olmasını sağladı.
Her ne kadar Afganistan'da Sovyetler'e karşı cihad, soğuk savaşın da, Sovyetler'in de sonunu getirecek etkiyi başarabildiyse de bunun Amerikalılar için zafer sayılmasının önündeki engel, İslam devriminin “yeşil kuşak”ı çürüten tesiridir. Amerikalıların bu büyük gelişmeye cevabının Türkiye'de Eylül 1980'deki “yeşil kuşak”çı askeri darbeyle olduğunu hatırlayalım. 12 Eylül darbesinin Türk-İslam sentezini kendisine doktrin seçmesi “yeşil kuşak”ın sürdürülebilir olması için gösterilen gayretle alakalıdır. Nitekim 1979'da bir darbeyle iktidara getirilen Saddam, iktidarı ele geçirmesinden bir yıl sonra İran'a saldırtıldığında Türkiye'deki Türk-İslamcı (Sünni, Hanefi, milliyetçi, Osmanlıcı) doktrinin İran'ın kuşatılması için yürüttüğü psikolojik harekat, 1969'dan beri süregelen “yeşil kuşak”çı sivil toplum refleksinin tehdit tanımını bu kez sosyalizmden “devrimci İslam”a çevirdi. Bugünlerde Suriye'de Baasçı tek partinin sokak gösterilerinde yaptığı kıyıma tepki gibi tezahür eden aynı reflekste, “yeşil kuşak”çı tünelden zaman aşarak günümüze düştüğünü gözlemleyebileceğimiz her türlü özellik mevcuttur. Mesele Suriye'de tek parti rejimi olmasına rağmen konunun doğrudan İran'a ve Hizbullah'a bağlanması, buradan Alevi-Şii ittifakına ilişkin kestirme yorumlar türetilmesi, aynı ittifak zincirinin en önemli halkalarından Hamas'ın ise hiçbir şekilde konuya dahil edilmemesi hep “yeşil kuşak”çı 12 Eylül askeri darbesiyle kurulan rejimin Sünni, Hanefi, milliyetçi, Osmanlıcı karakteriyle ve bu rejimin Alevilere, Şiilere, İran'a, “devrimci İslam”a hasım düşman tanımıyla ilişkilidir.
1980'de Saddam'ın İran'a saldırmasıyla başlayan süreçte “yeşil kuşak”ta denenen restorasyonun temel öğesi “İran'ın Şii yayılmacılığı” idi. Suudi saltanatının irili ufaklı Arap sultanlarını “İran tehdidi”ne karşı harekete geçirirken kullanması için Amerikalılar tarafından eline tutuşturulan “İran yayılmacılığı”, aslında hem laik, hem de Sünni kimliğini öne çıkaran Türk-İslamcı 12 Eylül rejimi için de oldukça elverişliydi ve zaten 1988'de savaş bitene kadar tempoyu düşürmeden bu kampanyanın yürütüldüğünü yaşadık, gördük. Türk-İslamcı rejim, batıya olan taahhütleri çerçevesinde laik, ama İran'la başlayan yeni “tehdit” durumundan Sünni kimliğini vurguluyordu. “Yeşil kuşak”ın, İslam'ın içinden, muhtelif gerekçeler ve meşrulaştırma katmanlarından geçerek doğrudan veya dolaylı olarak Amerikan çıkarlarını kollamaya ayarlı hale başkalaştırılmış bir tür İslam çıkarma girişiminin başarılı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Suriye'deki gelişmeler vesilesiyle hedefe Aleviliği, Şiiliği, İran'ı ve Hizbullah'ı koyan (ama aynı hizadaki Sünni Hamas'ı özenle ayrı tutan!) eski refleksin, Türkiye'nin dışpolitika aklına lojistik yaverlik rolü verilmiş SETA isimli “düşünce” teknesi eliyle yeni bir restorasyon testine başlayıp, eski “İran yayılmacılığı” kampanyasını “neo-aryanizm” tercümesiyle bir kez daha sahaya indirmeye çalıştığı zamanlara yukarıda sıraladığımız sicille geldik.
“İran yayılmacılığı” tehdidine karşı Pax-Romana'nın nüfuzu altına girmeye dünden razı (Emevi) saray Sünniliğinin en kaba tezahürü Gülenciliktir. “İran yayılmacılığı” tehdidine karşı Pax-Romana nüfuzu altına girmeye tarihsel içerik kazandıran teorize birlikler Gülenciliğin elindeki entelektüel imkanın gereğince ancak yapılabilenden geriye kalan bakiye misyonu halletmek üzere rafine teorizasyonu üstlenmiş görünüyor
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı'nın hemen yanıbaşındaki SETA isimli kuruluştan, büyük umutla işbirliği ve ilişki kurmaya çalıştığı İran'a şu sözlerin sarfedildiğinin farkında mı acaba:
“Neoconservatizmden sonra Afganistan ve Irak işgallerinin ardından bölgemizde 'neo aryanizmi' de konuşmanın vakti geldi herhalde. Neo-aryanizm yarım milenyumluk siyasi açlığına bütün bölgesel felaketi tercih edecek durumda. Sınırı yok!”
“Neo-aryanizm” vehmi ile “yeşil kuşakçı”lığın herzamanki “İran yayılmacılığı” kampanyasına yapışan dışpolitika aklı hepimiz için yüksek seviyeli alarm olmalıdır. “Ordu göreve” lobisinin, tekfir ve nefret fırkasının ve IHH uydusu organizasyonların heyecanı “neo-aryanizm tehdidi”ni tanımlayan karargahtan besleniyorsa durum sandığımızdan da ciddi ve vahim demektir.
Öyleyse sormak zorundayız: “Neo-aryanizm tehdidi” kampanyasıyla biçimlendirilen muhafazakar sokak gücü, dışpolitika aklının emir-komuta zinciriyle mi hareket ediyor? Muhafazakar heyecan, dışpolitika mimarisinin emir-komuta zincirine dahil değilse neden Hariciye'nin halkla ilişkiler departmanı gibi çalışıyor?
Bir yanda “ordu göreve” lobisi, öte yanda “neo-aryanizmi önleme” mücadelesinin lojistik yaverliği, Türkiye'yi hangi kirli ihalenin taşeronluğuna itiyor? Elli yıldızlı bayrağın gölge menzilinde “neo-aryanizm”e dair şer emeller üreten teorize birlikler artık fırsatın geldiği sinyalini mi aldı? Bir zamanların “viva Suriye” meczupluğunun bir anda “ordu göreve” çılgınlığına savrulması, dışpolitika aklının hocasından mülhem mi böyle davranıyor? Küresel cenahta Suriye'ye müdahale fikri başından beri vardı da şartlar olgunlaşsın diye can kaybının artması umulurken bu diyarda böyle bir misyon için görev emri çıkartılması mı bekleniyordu? “Ordu göreve” lobisi, özellikli çaba ve bütçelerle bu ülkenin kulağına dayatılmış hoparlör mü?
“Neo-aryanizm” vehmine karşı seferberlik ilan eden lojistik yaverlik, bu kavramsal düzeneği yapacak ehliyette olmadığına göre işam yöneltilen ülkeler veya organizasyonlar, bu ara bozucu laflardan dışpolitika mimarisinin hocasını sorumlu tutmayacak mı? “Neo-aryanizm”i dolaşıma sokan teorize birlikler, Suriye bahane-maksat şahane artniyetini ancak bu kadar mı takiyye baskısı altında tutabildi? “Komşularla sıfır problem”, “emperyal niyet yok” türünden beyanlar kocaman takiyye balonunun gözenekleri addedilmeyecek mi? Türkiye böyle bir krizi karşılamaya hazır mı?
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun tilmizleri ve hayranı yazarlar alenen Türkiye'yi Suriye ile (ve galiba İran'la da!) savaşa sokma arzusundayken ellerine tutuşturulan “İran yayılmacılığı tehdidi”nin Irak ve Afganistan'dakine benzer çılgınlıklara yolaçabileceğini kestirmek zor mu?
Açıkça soruyoruz: “Neo-aryanizm”i durdurmak için “neo-Osmanlıcı” siperler mi kazılıyor? Suriye bahanesiyle yürütülen psikolojik harekatın amacı bu mu?
Erdoğan'ın politik iktidarının gücünü kullanan muhafazakar akıl; liberal, kapitalist, Emevi/saray Sünnisi bir Türkiye inşa etmeye çalışıyor. Davutoğlu'nun tilmizleri, “İran yayılmacılığı (neo-aryanizm)” tehdidini, Emevi saray Sünnisi ilahiyata dayalı Türkiye için konu ediyor. Neo-osmanlı hegemoni doktrini, İran'ı neo-aryanizm tehdidi olarak tanımlamakla batı ile işbirliğine tarihsel derinlik kazandırıyor.
Öyle anlaşılıyor ki SETA kliği; IHH'nın uydusu organizasyonlar ve tekfir-nefret fırkası gibi Türkiye'ye biçilmiş hegemonik rolü meşrulaştırabilmek için İran'ı şeytanlaştırıyor. Türkiye'nin hariciye aklına lojistik yaverlik yürüten “düşünce” teknesinden taşan “neo-aryanizm tehdidi” ifrazatı küresel memuriyetin işaret fişeği olabilir mi? “Komşularla sıfır problem” kapsamlı bir takiyyenin lafı değilse, “neo-aryanizm” kodlamasıyla İran husumeti yapmak ne anlama geliyor?
İktidara akredite SETA'nın başı, bilinçaltından kaçırdığı “neo-aryanizm” tehdit değerlendirmesinin üzerine gittiğimizde konu İran olduğu için alınganlık yaptığımızı büyük bir keşif, gizli bilgi ve ulaşılmaz sırmış gibi ifşa ediyor! Zahmete gerek yok; alınganlık yapıyor, açıkça söylüyor ve soruyoruz: Türkiye'yi nereye sürü(klü)yorsunuz? Suriye'yi işgal koalisyonuna mı, İran'la savaşa mı?
İktidara akredite “düşünce” teknesi SETA'ya “neo-aryanizm tehdidi”ne seferberlik çağrısının hikmetini soruyoruz, bize “fanatik” diyor! Savaş çıkmaması ve buraların işgal edilmemesiyle tabii ki fanatik düzeyde ilgiliyiz. Muhafazakar sivil toplum gibi Dışişleri'nin halkla ilişkiler memuru değiliz. Esed'le ve Baasçılarla ara iyiyken Türkiye-Suriye aşkına şiirler söylemedik, aksine radikal reform talep ettik. Ama bugün Suriye'ye karşı AB(D) ile işgale kalkıldığında da siper kazmaktan çekinmeyiz. “Davutoğlu hocamız neylerse güzel eyler” diyerek Dışişleri Bakanlığı'nın halkla ilişkiler acentesi gibi çalışanlardan olmadık, olmayız. “Viva Suriye” meczupluğu Dışişlerinin halkla ilişkilerini yapan dilsiz şeytanken, biz “otokratik baas rejimi”nin değişmesi gerektiğini yazıyorduk!
12 Haziran seçimleriyle birlikte başlayacak yeni süreçte Erdoğan-Davutoğlu formülünün en iyisi olduğu görüşüm, AB(D) vesayet sisteminden çıkmış cihan devleti Türkiye'yi kurma fikri içindi. Ama tilmizleri İran'ı tehdit görüyor ve Suriye'ye müdahele istiyorken Bakan Davutoğlu'nun aklından ne geçtiğini bilmeye hakkımız var.
Öte yandan İran, aslında Suriye sokağındaki kana tepki göstermediği için değil, aksine, işbaşındaki Baasçılara ve Esedlere muhalif ve müstafi Baasçıların ve Esedlerin müstakbel iktidarına destek olmadığı için suçlanıyorken, Başbakan'ın vekili makamı kendisine emanet edilmiş Arınç'ın “yazıklar olsun” hakaretine uğrayan komşu durumundadır. Türkiye'nin, İran'ı mezhep taassubuyla Suriye'de akan kandan mutlu olmakla suçlayabilecek algı düzeyinde bir başbakan vekili var ne yazık ki! IHH'nın başına “Mavi Marmara'dan artık insin” talimatı veren Arınç, muhafazakar sokak gücünü peşine takmış Suriye ve İran'ı tehdit ediyor. Arınç'a tavsiyemiz, asıl Suriye sokağındaki kandan siyasi ikbal üretenlerin karşısına geçmesi, USrail'in menfaatine koşmamasıdır. İsrail Mavi Marmara'yı 13 saat boyunca mezbahaya çevirmişken, gemiyi ve içindekileri rehin almış kaçırırken, onlarca saat alıkoyarken ve Türkiye'nin hiçbir çağrısına kulak asmazken, hatta Türkiye ile alay ederken “İsrail'le savaşmamızı beklemeyin” güvencesi veren Arınç, bugünlerde Suriye sokağındaki kanı bahane ederek İran'ı, Hizbullah'ı (aslında Hamas'ı da!) işam ediyor, siyonist yayılmacılığa karşı büyük bedeller ödeyerek nöbet bekleyen bu güçlere “yazıklar olsun” diyebiliyor.
Bütün bunlar, Avrupa'nın ortasında AB(D) vesayet sistemine meydan okuyarak 12 Haziran seçimlerine giden ve bu sayede yüzde 50'lik görkemli iktidar kendisine armağan edilen Başbakan Erdoğan'ın gözleri önünde oluyor!
Erdoğan'ın ne düşündüğünü henüz öğrenemedik ama iktidarın çevresindeki savaş kozası, adım adım AB(D) menfaatine askeri hissiyatı tırmandırıyor. İsrail'in normalleştirilmesi çabası ile Suriye'nin işgal edilmesi ve mevhum “İran yayılmacılığı tehdidi”ne karşı seferberlik eşzamanlı ilerliyor.
Erdoğan eğer AB(D) vesayet sistemine boyun eğmeyecekse, SETA kliğinin, “ordu göreve” lobisinin, tefir ve nefret fırkasının, Gülenciliğin, yardım kuruluşu olmaktan çıkıp politik odak haline gelmiş IHH ve onun etrafındaki uydu organizasyonların Suriye-İran cephesinde gerilim açmasına izin vermeyecek demektir. “NATO'nun Libya'da ne işi var?” refleksiyle davranan Erdoğan'ın, aynı akl-ı selimi Suriye'yi işgal ve İran'a savaş meselesinde de göstermesi gerekir.
Erdoğan, “cihan devleti” mefkuresini Suriye'yi işgale ve İran'la savaşa destek olarak inşa edemez. Türkiye'nin dışpolitika hedefine “neo-aryanizm” tehdit tanımını koyan aklın neo-con akıldan epey öğrendiği, sıranın icraata geldiği bellidir. TSK'daki alaboranın hemen ertesinde “neo-aryanizm” tehdidini dolaşıma sokmanın derin psikolojisinde bastırılmış takiyyenin sıkışması vardır. TSK'da yapılan becayişlerden, başka sahalardaki emsalleri gibi sonuçlar çıkacaksa TSK Soros'un idealindeki hegemoni ordusuna dönüşecektir. “Neo-aryanizm” (İran yayılmacılığı) halüsinasyonuna savaş açan zihinsel çarpılma, hegemoni emelinden beslenen tehlikeli bir maceracılıktır.
Kenan Çamurcu
Analiz, 08 Ağustos 2011 06:00
Yorumlar (0)