Resulullah?ın Mücadelesi
Eğitim, 24 Eylul 2010 04:57Kişinin başarısı, iki şeye bağlıdır: Hedefe inanmak ve hedefe ulaşmak için çalışmak, mücadele vermek
İman, insanı ister-istemez hedefe doğru sürükleyen, zorlukları kolaylaştıran ve onu gece ve gündüz hedef uğrunda çaba göstermeye çağıran bir iç etkidir. Hedefine inanan bir kimse, gerçekte saadet ve siyâdetinin onda olduğuna inanmaktadır. Sadetinin belli bir hedefin ipoteğinde bulunduğuna inanan insan, bütün zorluklara rağmen hedefine ulaşmak için çalışır.
Mesela, iyileşmesini acı bir ilacı kullanmakta gören bir hasta, onu kolaylıkla kullanır; denizin derinliklerinde değerli mücevherlerin bulunduğunu bilen bir dalgıç, hiç korkmadan kendini denize atar.
Ama eğer hasta veya dalgıç, yapacağı işin faydası olup olmadığında şüpheli olur, ya da faydasız olduğuna inanırsa, o zaman o işi yapmaya kalkışmaz veya eğer kalkışırsa da çok zor gelir ona. Binaenaleyh, bütün zorlukları kolaylaştıran unsur iman gücüdür.
Evet, şüphesiz hedefe ulaşmak yolunda bir takım zorluklar, engeller vardır ve insan, engelleri yolun üstünden gidermeye çalışmalıdır. Eskiden beri "Dikensiz gül olmaz" demişler.
Kur'an-ı Mecid, bu hakikati şu ayet-i kerimede beyan etmiştir:
"Şüphesiz, "Bizim Rabbimiz Allah'tır " deyip sonra da (bunun üzerinde) direnenler (yok mu); onlara melekler iner (ve der ki) ; Korkmayın, mahzun olmayın ve size vaadolunan cennetle sevinin."
Resulullah’ın Mukavemeti
Resul-i Ekrem'in, (s.a.v) umumi davetten önceki hususi temasları ve umumi çağrıdan sonraki sürekli faaliyetleri sonucu, küfür ve putperestlik safının karşısında, Müslümanlardan sıkı bir saf vücuda gelmişti. Umumi davetten önce iman eden kimselerin nübüvvetin açığa vurulmasından sonra Müslüman olan kişilerle tanışması, birleşmesi Mekke’nin küfür ve şirk çevrelerinde tehlike çanını seslendirmişti.
Daha yeni yeni filizlenmeye başlayan bir inkılâbı bastırmak, güçlü ve donanmış Kureyş için elbette kolay bir işti. Fakat ne var ki, bu kıyamın erleri bir kabileden değillerdi; çeşitli kabilelerden islam'a inananlar vardı. Bu yüzden böyle bir grup hakkında kesin bir karar almak çok zordu.
Kureyş büyükleri, istişare sonucu şöyle bir karara vardılar: Bu hizbin temelini ve bu mektebin kurucusunu çeşitli vesilelerle olsun bu işinden alıkoymalıyız. Gerekirse tatmin yoluyla çeşitli vaadlerle onu davetinden vazgeçirmeye çalışacağız. Gerekirse de tehdit ve işkence yoluyla şeriatının yayılmasının önünü alacağız. Kureyş'in on yıllık programı bundan ibaretti. Sonunda onu öldürmeyi düşündüler, fakat o, Medine’ye hicret ederek onların planını suya düşürdü. O günlerde Benî Haşim kabilesinin başkanı Ebu Talib idi.
O, temiz kalpli ve gayretli bir kişi idi. Evi, düşkünlerin, çaresizlerin ve öksüzlerin sığınağı idi. Mekke’nin reisi ve Kâbe makamlarından bazısına sahip olmasından başka Arap toplumu içerisinde çok büyük bir mevkisi vardı. Abdülmuttalib öldükten sonra Peygamberi o himayesine aldığı için Kureyş'in diğer büyükleri hep birlikte Ebu Talib’in yanına gelerek şöyle dediler:
"Ey Ebu Talib, senin yeğenin bizim tanrılarımıza küfür ediyor, dinimiz kınıyor, düşüncelerimize gülüyor, babalarımızı sapık sayıyor. Ya onu bizzat kendin önlemeli veyahut da onu bize bırakmalısın"
Kureyş'in büyüğü ve Benî Haşim’in başkanı özel bir tedbir ile konuşarak onları yumuşattı ve onları bu işlerinden caydırdı. Ancak ne var ki, İslam'ın nüfuz ve intişarı günden güne artmaktaydı. Peygamber’in şeriatının manevi cezbesi, sözlerinin çekiciliği ve Kur’an’ın fesahat ve belağatı, İslam'ın yayılmasını kolaylaştırıyordu. Özellikle haram aylarda, hacıların Mekke'ye üşüştükleri ayda, Peygamber şeriatını insanlara sunuyor, birçoklarını etkiliyordu.
Peygamber'in bütün kabilelerin kalplerinde kendine biryer açması, birçok kavimlerin de içerisinde taraftar bulması bir kez daha Mekke Firavunlarının dikkatini çekti. Tekrar peygamberin biricik habisi Ebu Talib'in huzuruna vararak islamın nüfuzunun Mekkelilerin istiklaline ve dinlerine tehlikeli olduğunu hatırlatmayı kararlaştırdılar. Bunun üzerine Ebu Talib'in yanına giderek: "Ey Ebu Talib dediler, sen bizim aksakallımızsın, büyüğümüzsün, şerefin ve saygın var bizim yanımızda. Daha önce yeğeninin hakkında seninle konuşup önüne geçilmesini istemiştik. Fakat önünü almadınız siz. Artık sabrımız tükendi. Bundan sonra, tanrılarımıza, babalarımıza, hakaret edenfikirlerimize gülen birine tahammül edemiyeceğiz. Bundan dolayı onun faaliyetlerine izin vermiyeceksiniz. Aksi takdirde her ikinizle de, iki gruptan biri helak oluncaya dek savaşacağız."Peygamberin yegâne hami ve müdafisi, kendine has bir ferasetle, varlıklarını tehlikede gören bir gruba karşı sabırlı davranması gerektiğini anladı. Bu yüzden barışçı bir tavır takınarak onların sözünü yeğenine ileteceğini söyledi.
Elbette böyle bir cevap şimdilik onların hışım ve gazab ateşlerini söndürüp, daha sonra müşkülü halledecek daha doğru bir yol bulmak içindi. Bunun için de onlar kalkıp gittikten sonra yeğeniyle görüştü ve onların sözlerini kendisine iletti. Bunun üzerine peygamber, hayatının parlak satırlarından birini teşkilz eden şu cümleyi buyurdu:
"Amca! Andolsun Allah'a, eğer Güneşi sağ elime, Ay'ı da sol elime verip (bütün bir dünyanın saltanatını bana bıraksalar) bu davadan vazgeç derseler ben yine davamdan vazgeçmem. Ya Allah dinini aşikâr eder ya da bu yolda canımı veririm" Bunları söylerken hedefine olan aşk ve ilgiden olsa gerek, gözleri nemlenmişti. Bu cümleyi söyledikten sonra amcasının yanından ayrılmak üzere kalktı. Peygamberin nüfuzlu ve tesirli sözleri Ebu Talib’i öyle bir etkiledi ki bütün tehlikelere rağmen "Andolsun Allah'a dedi, seni yalnız bırakmıyacağım; sen vazifeni yaymaya devam et."
(Ebediyet Nuru adlı eserden)
Eğitim, 24 Eylul 2010 04:57
Yorumlar (0)