Selahattin Özgündüz' ün Cem TV - Mozaik Programındaki Konuşma Metni
Zeynebiye, 14 Mayıs 2009 17:56Cem Tv?de Mozaik Programına katılan Türkiye Caferileri Lideri Selahattin Özgündüz, program sunucusu Cemal Canpolat?ın sorularına çarpıcı yanıtlar verdi.
— Herkesin bilmesi açısından soruyorum Caferilik nedir?
Caferiliği anlamak için önce İslam’ı, Resulullah’ı, Kur-an’ı anlamak lazım. Çünkü Caferilik İslam’ın dışında bir şey değildir. İslam’ın özü, aslı, orijinalidir. Bozulmamış halidir. Caferi uleması bunu 5 ana madde ile ifade etmişlerdir.
Bunun birisi Tevhiddir. Tanrı’yı bir bilme, ama o Tanrı Allah olma kaydıyla.
İkincisi Adl. Yani Allah’ı adil bilmek. Bu cebriye inancını ret anlamında konulmuştur. Cebriye inancına göre Allah insanı yaratırken, hayrını şerrini alın yazısı diye yazmıştır. O yazgının dışına çıkmak da mümkün değildir. O anlayışı ret anlamında adl yerleştirilmiştir.
Eğer bir insan doğuştan, hatta ezelden, ne yapacağı ne edeceği kararlaştırılmış, kaderine yazılmış, ondan dönüş yoksa o zaman kimininkine iyilik, kimininkine kötülük yazılmış ve o sadece yazgısının bir robot gibi canlandırılmasını yapıyor. Öyleyse kötüyü yapan neden cehenneme götürülüyor. Yapmaktan başka çaresi yok ki. İyiliği yapanın ne meziyeti var ki? İyilik yapmaktan başka çaresi yok ki.
O anlayışı reddediyor Caferilik inancı. Hayır ve şer Allah’tan değildir; kader anlayışı farklı bir olaydır. Biz kaderi inkâr etmiyoruz. Kader bütün kainata hâkim olan ilahi nizamın adıdır.
Ama mükellef olan insan, yani sorumluluk yüklenen insan, sorumluluğunu ancak kendi ihtiyarı, idari seçimiyle yerine getirebilir. Hiçbir şeyi kendi iradesiyle yapamıyorsa, o sorumluluk ehliyetine sahip değildir, ceza – i müeyyidesi de olmamalıdır. Kendi iradesi dışında yapılıyorsa…
Biz bu inanca karşıyız diyoruz ki, insanoğlunun kaderine yazılan da özgürlüğüdür. Özellikle de sorumluluk yüklendiği alanlarda…
Üçüncüsü Nübüvvet inancı. Yani Resul-ü Ekrem’in son peygamber olduğuna inanmak. Tabi ki ondan önceki peygamberlerini de tasdik etmek. Çünkü Kur’an tasdik etmiştir.
Dördüncüsü İmamet ve Vilayet’tir. Bu da Adl gibi, usulü mezheptendir.
Beşincisi Mead. Yani ölümden sonra dirilişin, ama bu sefer imtihan için değil; geçirdiği imtihanın sonucunu almak için. İyiler iyi sonuç alacak, kötüler doğal olarak kötü sonuç alacaklardır. Buna inanmaktır. Buna göre zalimin zulmü yanına kar kalmayacaktır ve inletilen mazlumların da mazlumiyetinin karşılığı kat kat fazlasıyla alınacaktır.
Burada usulü mezhepten olan unsurların farkı şudur. Örneğin Tevhid’i reddeden bizim inancımızdan değildir; ancak Adalet’i reddeden kâfir değildir.
Yine aynı şekilde Nübüvvet’i reddeden bizim inancımızdan değildir, ancak İmamet’i reddeden dinden çıkmış sayılmaz. Mezhebimden değildir, ancak dindaşımdır, Müslüman kardeşimdir. Bundan ötürü Sünni kardeşlerimizi biz kâfir olarak görmüyoruz; bu konularda bizimle anlaşmasalar bile dindaşız.
Hz. Ali peygamberlik ilminin adresi olarak bildirilmiş bize. Peygamberimiz “İman (İlim) şehri Ali kapısıdır. Bu ilmi isteyenler bu kapıya gelsin” demiştir.
— Alevilikte kapı, eşik çok kutsaldır. Bunun nedeni “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” dediği için, eşiği geçerken niyaz ederler. Niyaz ederken Hz. Ali’ye niyaz etmiş oluyorlar.
Hz. Ali peygamberimizden sonra muhalefette bırakıldı. Biz bunun kavgasının peşinde değiliz, ama bugünkü iktidara örnek olsun diye söylüyorum. 25 yıl muhalefette bırakıldığı halde, Hz. Ali sorumlu bir muhalefet sürdürdü ve ne zaman halifeler dara düşseler, örneğin yabancılar gelip derin ilimler sunduklarında aciz kalırlardı.
Hz. Ali’yi çağırırlardı. Hz. Ali de reddetmez, gelir cevaplandırır, o problemi çözerdi. Askeri konularda yine kendilerine nasihatlerde bulunurdu. Siyasi, fikri konularda her yardımda bulunurdu. Tüm muhalefet boyunca da barıştan yana oldu. Çünkü Müslümanların arasına fitne girsin istemedi. Bunu kendisi ifade etmiştir. Biz yorumlamıyoruz.
- Hatta bir sözünde, Fatma’ya tekme vurulduğunda soruyorlar: “Sen koskoca Ali’sin, kale yıkansın. Neden sesini çıkarmıyorsun?” dediklerinde şu cevabı vermiş: Gözüme biber, boğazıma diken koydum ki, gözlerim görmesin, konuşmayayım İslam birliği devam etsin diye.
O ibare şu şekildedir: 25 yıl sabrettim. Bir takım haksızlıklara, bir takım yanlışlara rağmen. Ama bu sabır, nasıl bir insanın sabrıydı ? Gözünde kum kalmış bir insanın hali nasıl olur. 25 yıl bir insanın gözünde kum olsa ki bir insan 25 dakika dayanamaz. Boğazınızda kemik kalırsa ne çekersiniz? Bu şekilde ve buna rağmen sabrettim Çünkü İslam’ın birliği her şeyin önündeydi.
Hz. Ali iktidara zorla getirildi. Çünkü onun nazarında hükümet koltuğuna oturmak, Keçinin burnunun suyu kadar iğrenç ve değersizdi. Ancak kendisi için değerli olan, hükümet koltuğunda oturmak değil, haksızlığa uğramışın hakkın ı iade etmek, hakkın ı vermek, hukuku inşa etmek, hukuku korumak, zorbalığa fırsat vermemek, mazlumun hakkını yedirmemek… Onun için değerli olan şey o… Devlet koltuğunda oturmuş olmak, saltanat koltuğunda oturmuş olmak değil. Bütün dünyanın iktidarını bana verseler, bir böceğin yuvasına ağzında götürdüğü o yaprağı, o daneyi alacak kadar haksızlığa değmez. Böyle bir anlayış sergilemiştir. Umarım ki insanlık, en azından Müslümanlar Hz. Ali’den ders alır. Muhalefetteyken hırçınlaşmak, iktidardayken aç gözlülük yapmadan, o makamın sadece ihkak-ı hak olduğunu, insanların, mazlumların haklarını koruma makamı olduğunun şuurunda olsalar bir sorun kalmaz diye düşünüyorum.
Hz. Ali’den sonra İmam Hasan ve İmam Hüseyin dönemi başlıyor. Onlar da yine Müslümanlara siyasi duruş noktasında, çok güzel örnekler sergiliyorlar. İslam’ı korumak için hakkı olan iktidardan kendisi vazgeçti. Bir şartı vardı. O da peygamber düzeni uygulanacaktı.
Zulüm düzeni, despot ve ırkçı düzen uygulanmayacaktı. Ne yazık ki Muaviye, attığı imzanın mürekkebi kurumadan verdiği sözden caymış oldu. Çoğu kişi yanlış anlıyor. Sanılıyor ki İmam Hasan daha sulhçu, İmam Hüseyin daha savaşçıydı. Hayır! İmam Hasan’dan sonra İmam Hüseyin 10 sene yine, ailenin lideri olarak, daha doğrusu doğallığında ümmetin manevi lideri olarak, Muaviye ile savaş etmedi. Peygamberimiz Hasan’la Hüseyin bu ümmetin lideridir, önderleridirler. İster hükümette olsunlar, ister evlerinde otursunlar, bu ümmetin başvuru merciidirler.
Muaviye de onu biate zorlamadı. Biate zorlasaydı, yine direnirdi. Çünkü biat etmek demek, onun icraatını onaylamak demekti. Bu da vebal getirirdi.
Onu biat etmeye zorlamayınca, yaptıklarının sorumluluğuna ortak etmiyordu. İmam Hüseyin de savaşa lüzum görmüyordu, sadece Müslümanlara, İslam ilmini ulaştırmaya çalışıyordu. Fakat Yezid gelir gelmez, İmam Hüseyin’den biat istedi. Yani icraatına onay istedi. Yani suç ortaklığı istedi.
Yezid, biat etmesini isteyince, İmam Hüseyin ölümü de göze alarak ki ölümü herkes göze alabilir, ama en sevdiklerinin ölümünü de, Ali kızı Zeynep’i esir vermeyi de göze alarak, hamile karısını esir vermeyi de göze olarak direndi.
Böyle bir vebalin altına girmedi. Bu da bir duruştur. Yine hangi ortamda İslami duruş nasıl olur?
Peygamber adına, bunlar 23 senelik hayatının, 250 yıllık sanki tefsiri, açılımıydı. Ondan sonra Kerbela’dan hastalığı sayesinde, tek kurtulan İmam Zeynel Abidin, yaklaşık 35 sene hayatı sürmüştür. Ama nasıl? Bütün bu Kerbela’da yaşananları gözleriyle gören biri olarak, kalan hayatı boyunca serin su içmedi.
Su önüne geldiği zaman, ağlamaya başlar secdeye düşerdi, su ısınırdı. Yemek önüne geldiğinde ağlayıp secdeye kapanır, yemek soğurdu, o kadar secdede ağlaya ağlaya kalırdı. Çünkü kardeşlerimi, amcalarımı, babamı susuz ve aç şehit ettiler diye. 35 yıl böyle geçti.
Yine de İslami irfanı 35 yıl boyunca Müslümanlara vermekten geri kalmadı. Kendisine yasaklandığı için, hizmetçi diye alıp, 1 sene eğitip, bayramdan bayrama azad ediyorum diye gönderdi tebliğ etmesi için. Müslümanlarda bir aydınlanma dönemi oldu.
…
Dört mezhebin imamı, ehlisünnet mezheplerinden, Hanefi, Maliki, Hambeli, Şafi mezheplerinin imamı da kapısı İmam Cafer Sadık kapısıdır. İkisi direkt, ikisi de en direkt kendi talebeleridir…
— Hocam, Diyanet İşleri Başkanı, Alevilerle ilgili geçenlerde bir açıklama yaptı. “Cem evlerini ibadeşane kabul ettiğimiz takdirde, Aleviler İslam’dan kopar” dedi.
Ben de şunu söylemek istiyorum, sizin camileriniz var. Halkalı’dakine ben de dönem dönem geliyorum.
Keyif de alıyorum sizin hutbenizden. Alevi cemlerinden çok da farksız değildir, orada söylenen. Burada saz eşliğinde var, orada da imamlar söylüyor. Sizin camilerinizin imamlarını Diyanet İşleri kabul ediyor mu? Sizin camilerinize Diyanet destek veriyor mu? Bir katkısı var mı? Hadi Alevileri bir kenara koydu.
Hani diyor ya: Gölge etme başka ihsan istemem. Diyanetimiz tabi ki devletimizin güzide bir kurumu. Cumhuriyetin kurumlarından birisi ve ben yaşamasından yanayım, revize olarak. Hukuk zeminine oturtularak, yaşatılmasından yanayım. Bu Diyanet’in icraatından memnun olduğumdan değil. Ama düşünün yüz bini aşkın kadro, devlet memuriyeti sorumluluğu içinde.
Bu yüz bin kadroyu birden devlet memurluğu sorumluluğunu ortadan kaldırırsanız, bu ülkede nasıl bir kargaşa oluşur? Sosyal sakıncaları doğacak diye düşünüyorum.
Yüz bin insan ve ailesi buradan ekmek yiyor. Tabi gönül arzu eder ki, hakkı olanı alsın. Orada herkesten hatta Müslüman olmayanın da payı vardır. Ben huzur-u mahşere borçlu olarak çıkmak istemem. Herkesin hakkının teslim edilmesi şarttır. Bizim kesime şu ana kadar görülmemiştir.
Size de hizmet getirelim diyor. Din hizmeti sizin sunacağınız şey değil, benim inancıma göre getirmiyorsun. Kendi inancına göre dayatıyorsun. Ben senin inançdaşlarına hizmet götüreyim, para da istemiyorum. Kabul eder misin? Bu oyunbazlıkları bırakın artık, çocuk kandıramazsın.
Gelin diyor kadro alın, size de maaş vereyim. Fakat buna özellikle Alevi camiasında olanların da olduğunu görüyorum. Bizde buna sıcak bakan yüzde 1 gibi kalır. Çünkü diyor ki, gel eğitimini de ben vereyim, tampon bölgelerde imam hatip lisesi de açayım.
Ders müfredatında Caferilikle ilgili bilgiyi de ben koyayım. Benim kontrolüme gir. Ben senin kontrolüne girersem, fıkıhta ben senin gibi olmaya mecbur olmaya mahkûm olacağım. Bu orta ve uzun vadede asimilasyondur.
…
Diyanet İşleri Başkanlığı’yla eş değer başkanlar şurası olsun. Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı, Caferi Din Hizmetleri Başkanlığı, Hanefi Din Hizmetleri Başkanlığı, gerekiyorsa Şafi Din Hizmetleri Başkanlığı ve Yahudi ve Hıristiyan Din Hizmetleri Başkanlığı oluşsun.
Bu şura, direkt Devlet Başkanlığı’na bağlı olsun ve siyasetin üstünde kalsın. Bu öneri eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’in önerisiydi. Buna ciddi bakabiliriz. Bu hakikaten çözüme yönelik samimi bir öneridir. Biz buna Caferiler olarak sıcak bakabiliriz.
— Yani camilerinize Diyanet’ten bir yardım yapılmıyor.
Cami arsasını kendi paramızla alıyoruz. Kendimiz yapıyoruz. İmamızı kendimiz besliyoruz.
— Bir ara yasakladılar. İmamlarınızı biz atayacağız diye.
O zaman gittik Başbakanlıkta müzakere etti. İlgili devlet kurumları da geldi. 3 oturumda, 12,5 saatlik müzakeremiz oldu.
Diyanet saldırmak istedi ama mutabakatı sunduk, üstümüze gelmeyin dedik. Ama burada kendi paramızla aldığımız arsamıza 5 yıldır müsaade edilmiyordu, Küçükçekmece Belediye Başkanı’nın girişimleriyle birlikte bugün (19 Nisan da ) Anakent Meclisi’nden geçmiş oldu.
—Diyanet İşleri Başkanı’nın “Cem evleri ibadeşane olarak kabul edilirse, Aleviler İslam’dan çıkar” sözü için ne diyorsunuz?
“Alevi Müslüman mıdır, değil midir?” tartışmasını açanların neye hizmet ettiklerini doğrusunu isterseniz ben anlamış değilim.
Bunu sorumluluk makamında oturmayanların konuşması çok fazla yaralamıyor beni, neye hizmet ettiğini anlamaya çalışıyorum. Ama sorumluluk makamında oturan insanların konuştukları her kelimeye çok dikkat etme zorunlulukları da vardı.
Din tarifi yapmak Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına düşmemiştir. Ben vatandaş olarak, Müslüman’ım diyorsam kimse benim tarifime uydu mu uymadı diye bir şey diretemez. Burası benim ibadeşanem diyorsam, kimse bana burası ibadeşane değildir, cümbüş evidir gibi bir tartışmayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin makamı olarak demeye hakkı yok.
Bir programda daha sormuşlardı bana. Buraya ne gözle bakacağız, buraya ibadeşane denilebilir mi? Bir defa ben bu konuda kendimi cevap mercii olarak görmüyorum. Onu Alevi’ye soracaksın. Kardeşim burası ibadeşane midir? Cevabı kabul etmek zorundasın.
Cumhuriyet devletinde kimse kimseye din şekli, ibadeşane şekli diretemez. Eğer ben bir kişinin ibadet etme, ibadeşane anlayışına bir isim takar, müdahale edersem; başkasının da benim ibadetime, ibadeşaneme isim koyma hakkı doğar. O zaman benim de diyeceğim kısımlar olur.
Kaldı ki bu ülkeyi Türk yurdu yapan, İslam yurdu yapan bir anlayışı, kimse gelip bin sene sonra, işal din anlayışı diretmeye hakkı yok. Kanıyla bu toprağı İslam yurdu yapan bir kesime bu anlayışı diretemez.
Ahmet Yesevi’nin din anlayışı bu ülkeye zarar mı getirdi. O sevgi anlayışı 700 yıl imparatorluğu yaşattı. Ne zaman ki bağnazlığa dönüştü, o zamandan sonra da koca bir imparatorluk çöküşe geçti. Bu din sevgi, hoşgörü dinidir. Bağnazlık yobazlık dini değildir.
Gelip burada Yesevi anlayışın, Bektaşi anlayışın, Alevi anlayışın, Haydari anlayışın kazandığı bu ülkede din yaşayacak. Binlerce, yüz binlerce cami kurup, kelime-i şehadeti dedikten sonra o şehitlerin kanı üzerine, o şehitlerin evlatlarına din şekli diretecek adam biraz hicap etmelidir.
Sen kimsin? Ya da ona yurt gösterecek. Bu yurdu Türk yurdu yapan kim? Onun yurdudur bu. Tarihi gerçek bu. Yeniçeri orduları hangi namelerle, hangi deyişlerle hareket etti.
Sanki bunlar sırtımızda bir kambur, bunları ne yapalım tartışması yapıyorsunuz. Bu ayıptır. Bu yurdu Türk yurdu yapan kimdir? Onun Türkleştirdiği, Müslümanlaştırdığı bu yurtta sen kalkıp onun Müslümanlığını sorguluyorsun.
(09-21-2008)
Zeynebiye.com
Zeynebiye, 14 Mayıs 2009 17:56
Yorumlar (0)