Türkiye’nin Arap Baharı ile ilgili olarak “insan hakları ve demokrasiyi” temel alan “idealist” bir politika izlediği yönündeki yargı acaba bir gerçekliği mi, yoksa kamu diplomasisi için yaratılmış bir izlenimi mi yansıtıyor?
Türkiye’nin “komşularla sıfır problem” politikası sayesinde son dört yılda kazandığı bölgesel nüfuzunu ciddi şekilde sınırlayan gelişmelere tanık oluyoruz.
Ancak dış politika resmi yetkilileri ile karar süreçlerinde etkili olan medya ve sivil toplum çevreleri büyük oranda kamu diplomasisine dayanan bu nüfuza yönelik sınırlamaları, Ankara’nın bölgedeki gelişmelere ilişkin yanlış tutumuyla değil, rakip güçlerin müdahaleleriyle açıklamaya çalışıyorlar.
Bu çevrelere göre Ak Parti, iç politikada kendisine ciddi başarı getiren “insan hakları, demokratikleşme, sivilleşme ve ekonomik büyüme” öncelikli politikalarıyla bölgede yakından izlenmektedir ve “Arap Baharı” denen süreç Türkiye’deki Ak-Parti modelinden etkilenmektedir.
Dolayısıyla Türkiye, iç politikada kendisini güçlendiren temel öncelikleri, dış politikada da vurguladığı ölçünde model ülke olmakta ve uluslar arası nüfuzunu artırmaktadır.
Yine bu çevrelere göre Arap halklarının uyanışına vesile olan Türkiye modeli, bu halkların gerçekleştirdiği devrimlerden sonra oluşturacakları yönetimlerin dış dünyayla kuracakları ilişkiler açsından da bir model oluşturmaktadır.
Başbakanlık Baş Danışmanı İbrahim Kalın, “Arap dünyasında hem yönetimlerle hem de halkla aynı anda güçlü ilişkiler kurabilen tek ülke” olan Türkiye’nin, Kendi halk devrimini gerçekleştiren ve dış politikada ve hassaten Avrupa ve Amerika’yla ilişkilerinde yeni bir ilişki paradigması talep edecek olan Arap toplumlarına bu ilişkinin, “adalete, eşitliğe, karşılıklı çıkara ve işbirliğine dayalı” olması yönünde “işbirliğine açık ama bağımsız, kolaylaştırıcı ama ilkeli, yapıcı ama kararlı bir dış politika paradigması” ile model oluşturduğunu söylüyor.[1]
Türkiye’nin başta “Arap Baharı” denen süreç olmak üzere bölgedeki gelişmelere ilişkin izlediği zahiri tutumu, “Ankara’nın dış politika paradigması ve Türkiye modeli” konusunda yapılan bu tespitle ciddi paralellikler arz ediyor.
Binaenaleyh Türkiye, Arap ülkelerinde yaşanan isyan hareketleri konusunda ikili ilişkiler ve bölge dengeleri gibi “realist” önceliklere değil “demokrasi, insan hakları, sivilleşme” gibi “idealist” önceliklere dayalı bir politika izlediği intibaını vermeye çalışıyor.
Türkiye’nin bölgede yaşanan gelişmelerle ilgili olarak ikili ilişkiler ile bölgesel ve uluslar arası dengeleri temel alan “realist” bir politika yerine “insan hakları ve demokrasiyi” temel alan “idealist” bir politika izlediği yönündeki yargı acaba bir gerçekliği mi, yoksa kamu diplomasisi için bir araç olarak kullanılmak üzere yaratılan bir izlenimi mi yansıtıyor?
Bahreyn konusunda söylem düzeyinde bile oldukça zayıf kalan tutumu göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin idealizmi, bölgesel ve uluslar arası dengeleri temel alan “realist” politikaya tercih ettiğini söylemek güçleşiyor.
Peki ABD ve müttefiki Körfez ülkeleri dengesini gözeterek Bahreyn konusuna hiç girmemeye özen gösteren Türkiye, neden İran, Irak ve Lübnan ilişkilerini doğrudan etkileme potansiyeli bulunan Şam konusunda bu meseleyi “iç mesele” sayacak kadar ileri roller üstleniyor?
Bu sorunun cevabını Başbakan Baş Danışmanı İbrahim Kalın’ın “işbirliğine açık ama bağımsız, kolaylaştırıcı ama ilkeli, yapıcı ama kararlı” diye nitelediği “Ankara’nın dış politika paradigması”nda aramamız gerekiyor.
Bu dış politika paradigmasına göre muhtemelen Türkiye, Suriye konusunda ABD ve müttefikleri ile “işbirliğine açık” bir politika izleyerek Şam üzerinde baskı kuruyor; ama “bağımsız” durarak da ABD yönetiminin aksine Beşşar Esed’in meşruiyetini kaybettiğini söylemiyor, AB ile birlikte Suriye’ye ekonomik yaptırım uygulamıyor, Arap ülkeleri gibi Şam büyükelçisini çekmiyor.
Suriye muhalefetini devrim için örgütlemeye çalışarak ABD’nin bölgesel politikalarında “kolaylaştırıcı” olurken, Şam yönetimine reform baskısı yaparak demokrasi ve insan haklarından yana “ilkeli” bir duruş sergilemiş oluyor.
Örgütlediği Suriye muhalefetine şiddetten uzak durmasını ve Şam’la reformlar konusunda müzakerelere oturmasını telkin etmemekle birlikte hem muhaliflerle hem de sürekli reform tavsiyesinde bulunduğu Şam’la diyalog sürdürerek “yapıcı” davranırken, Şam’a “sabrının taştığı” mesajını ileterek “kararlı”lık göstermiş oluyor.
Ankara’nın Libya ve Suriye politikaları, “İşbirliğine açık ama bağımsız, kolaylaştırıcı ama ilkeli, yapıcı ama kararlı” gibi öznel kavramlar üzerine bina edilen bu “dış politika paradigması”nın Türkiye’ye bölgede ne ölçüde nesnel bir ağırlık kazandırdığı ve reel bir diplomasi ürettiği konusunda fikir veriyor.
Binaenaleyh slogan düzeyini aşamayan ve kamu diplomasisi bakımından söylendiği izlenimi uyandıran bu “dış politika paradigması”nın ürettiği politikanın, Türkiye’nin Libya konusunda değil Fransa’nın, Katar’ın bile dört ay gerisine savrulmasına sebep olduğu görülüyor.
Çünkü örneğin bu paradigmayla mart ayında “NATO Libya'nın Libyalılara ait olduğunu tespit ve tescil için oraya girmelidir. Yeraltı kaynaklarının, zenginliklerinin birilerine dağıtımı için değil” diye şart koşan Türkiye,[2] Katar’ın Bingazi’deki petrolün pazarlanması için devreye girmesinden[3] dört ay, Libya Ulusal Geçiş Konseyi’nin petrolün yüzde 35’ini Fransa’ya taahhüt etmesinden[4] ise üç ay sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının yan kuruluşu TPIC yetkilileriyle birlikte Bingazi’ye gönderdiği bilinmektedir.
“İşbirliğine açık ama bağımsız, kolaylaştırıcı ama ilkeli, yapıcı ama kararlı” “dış politika paradigması”nın ürettiği Suriye politikası ise Türkiye’nin “komşularla sıfır problem” ilkesiyle son dört yılda kazandığı bölgesel nüfuzun buharlaşmaya başlamasına sebep olduğunu söylemek abartılı gözükmüyor.
Çünkü, Suriye’deki olayların başlamasından 11 gün önce, Türkiye’yi “komşularla sıfır sorun” politikasının nihai aşaması olan “bölgesel entegrasyon” hedefine oldukça yaklaştıracak bir adım atılmış ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında “Şamgen” adı verilen ortak vize uygulaması konusunda anlaşmaya varıldığı açıklanmışken, Ankara’nın bilinen Suriye politikasının sadece Şam’la değil, Tahran’la ve Tahran üzerinden de Bağdat’la ilişkilerinin gerilemesine sebep olduğu görülüyor.
(Ankara Bağdat ilişkilerinin Ankara Şam ilişkilerinden doğrudan etkilendiğine dair henüz herhangi bir veri bulunmamakla birlikte, Ankara’nın Irak seçimlerinde ABD ile birlikte İyad Allavi liderliğindeki el-Irakiye koalisyonunu desteklemesinin Tahran’la son derece yakın ilişkilere sahip olan Başbakan Nuri el-Maliki ve ortakları tarafından not edildiğini kayda geçmiş olalım.)
Öte yandan muhtemel bir rejim değişikliği için Suriyeli muhalifleri örgütleyen ve Şam’a karşı diplomatik nezaketle bağdaştırılması oldukça güç olan açıklamalar yapan Ankara,muhaliflerin beklentilerini yükselmesine Şam’ın güveninin ise azalmasına sebep olan bu tutumuyla iki tarafın da beklentilerini karşılayamaz hale geliyor.
Çünkü Türkiye, Suriyeli muhaliflere örgütlenme, propaganda hatta lojistik destek sağlayarak hiçbir Arap ülkesinin cesaret edemeyeceği adımları atarak muhaliflerin beklentilerini yükseltirken, Arap ülkelerinin aksine Şam büyükelçisini çekmeyerek ve Batılı müttefikleriyle birlikte Şam’a ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulamaktan kaçınarak onların güvenini kaybetmiş oluyor.
Ancak muhaliflerin Türkiye’ye olan güven kaybı, Şam yönetiminin Ankara’ya güven duymasına yetmiyor. Zira 6 ay önce Türkiye ile bölgesel entegrasyon adımları atan Şam yönetimi, Ankara’nın Suriye’de rejim değişikliği için muhalifleri örgütlediğini, onlara propaganda ve lojistik destek sağladığını düşünüyor ve Türkiye’nin reform çağrılarında samimi olmadığına inanıyor.
Öte yandan muhaliflere şiddetten uzak durmaları ve reformlar konusunda Şam’la müzakere yapmaları yönünde hiçbir telkinde bulunmayan Ankara, 48 yıl boyunca olağanüstü halle yönetilen Suriye’den “şok terapi” yaparak birkaç haftada reform yapmasını beklerken, PKK ve Kürt sorunu konusunda son dönemde yaşadığı bunalımı, İran ile Suriye arasındaki “mezhebi dayanışma” ile izah etme tuhaflığına düşüyorlar.
Ankara’nın Suriye politikasından dolayı Tahran’ın Şam rejimini kurtarmak için Türkiye’ye karşı PKK kartını açtığını savunan bu kesimler, PJAK/PKK faktöründen dolayı terörle mücadele konusunda Türkiye ile İran arasında şimdiye kadar hiç görülmemiş bir işbirliği zemininin bulunduğunu fark etmemiş gözüküyorlar.
Aynı çevrelerin fark etmediği veya görmezden geldiği bir diğer konu da Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumundaki sertleşme ve yumuşamanın Türkiye-İsrail ilişkilerindeki sertleşme ve yumuşamayla son derece paralel bir seyir izlemesi.
Türkiye ile İsrail arasında Mavi Marmara krizinin çözümü için gizli görüşmelerin yapıldığının Haziran ayı ortalarında basına sızdığı[5] ve İsrail’in Türkiye’den özür dileyeceği yönünde ciddi söylentilerin geldiği dönemlerde Ankara’dan Şam’a doğrudan Mahir Esed ismi telaffuz edilerek tehdit mesajları gönderilirken, Palmer raporunun yayımlanarak İsrail’in özür dilemeyeceğini kesin bir dille beyan etmesinden sonra Suriye’nin Ankara’nın gündeminden birden bire düşüvermesi oldukça dikkat çekici.
BM’nin Palmer raporundan sonra Türkiye’nin İsrail’e karşı sivil ticari ilişkileri istisna eden[6] bir dizi yaptırım kararı almasının, İran’a yönelik olduğu belirtilen NATO füze kalkanına ait radar sisteminin Türkiye’ye yerleştirilmesinin Ankara tarafından kabulünün eş zamanlı gerçekleşmesi ise dikkat çekici olan bir diğer noktayı oluşturuyor.
Bölge basını, Ankara’nın bu adımını, İsrail’le ilişkileri sınırlı düzeyde de olsa bozulan Türkiye’nin ABD’ye verdiği bir sus payı olarak okudu.
Elbette bunu Ankara’nın “işbirliğine açık ama bağımsız, kolaylaştırıcı ama ilkeli, yapıcı ama kararlı” diye özetlenen “dış politika paradigmasıyla” izah etmek de mümkün.
Binaenaleyh son dönemde yaşanan bu gelişmelerin dış politika yöneticilerine ve hükümet yanlısı medya ile sivil toplum kuruluşlarına Türkiye’nin “oyun kurucu ülke”, “süper güç”, “cihan devleti”, “emperyal devlet” vb. olduğunu düşündürten nüfuzun, Türkiye’nin reel diplomasi gücüyle oluşmuş bir gerçeklik değil, “One minute” ve “Mavi Marmara” olaylarında kamu diplomasisiyle yaratılmış bir izlenim olduğunu düşündürtüyor.
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin gerilmesine ve bölgedeki nüfuzunun artmasına sebep olan faktör Filistin sorunu olduğuna göre bu tespitin doğruluğunu Türkiye’nin Filistin sorununun nihai çözümüne ilişkin tezinin ne olduğuna bakarak test edebiliriz.
Türkiye’nin Filistin sorununun nihai çözümü konusundaki tezi, “iki devletli çözüm.” Yani İsrail’in güvenliğine karşılık, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin devletinin kurulması.
ABD, BM, Rusya ve ABD’den oluşan Ortadoğu Dörtlüsü tarafından ilkesel olarak kabul edilen, Suudi Arabistan’ın önerisiyle 2000 yılındaki Beyrut zirvesinde Arap Barış Planı olarak kabul edilen bu tezin Türkiye’ye kazandıracağı bölgesel nüfuz, bu aktörlerin bölgede kazanabileceği nüfuzla sınırlı.
[1]http://www.stargazete.com/acikgorus/arap-dunyasinda-turkiye-bahari-haber-353529.htm
[2]http://www.ntvmsnbc.com/id/25194533 ; http://www.hurriyetport.com/politika/erdogan-libya-ya-karsi-petrol-amaci-ile-degil-evrensel-insani-degerlerle-yaklasin
[3] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/03/110329_libya_qatar.shtml
[4] http://www.hurriyet.com.tr/planet/18626529.asp
[5] http://www.samanyoluhaber.com/h_589100_Politika-israil-ve-turkiye-iliskileri-normallestirmek-icin-muzakere-ediyor.html
[6] http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/09/07/israile-bir-sozu-yetti
10 Eylul 2011