İşaretlerini birçok yerde ve farklı şekillerde gördüğümüz Suriye kriziyle ilgili bu eşi benzeri görülmemiş koşuşturmaca, kapalı kapılar ardında hazırlanan ‘belirli bir proje çerçevesinde ancak iki hedefin gerçekleştirilmesi için mümkün olabilir:
Birincisi, rejimi içerden (ordu) ya da dışarıdan (yabancı müdahale) ile devirmek, ikincisi, siyasi bir çözüme varabilmek için onunla müzakereler yapmak.
Birinci hedefle ilgili olarak mutlaka üzerinde durulması gereken iki gösterge bulunmaktadır. Üçüncü gösterge aracılığıyla ise ikinci hedefin tercihi söz konusu olabilir. Bunu biraz daha açalım ve şunu ifade edelim:
İngiltere Başbakanı David Cameron konuyla ilgili bir açıklama yaparak ülkesinin muhalifleri doğrudan silahlandırmayı düşündüğünü söyledi.
İngilizlerin tutumundaki bu çok stratejik dönüşümün önemi, başbakanının kafasından konuşmuyor olmasıdır. Genelde onun açıklamaları bu konuda ya ABD’nin tavrını dile getirdiğine ya da Amerika’nın tutum değişikliği konusunda hazırlık yaptığına işaret eder.
Bu açıklamaları Özgür Suriye Ordusu’nun ve sınır köylerinde bulunan cihatçı grupların hakim olduğu Kuzey Suriye’de güvenli bölgeler (ya da tampon bölge) oluşturma konusunda dile getirilen sözlerle bağlantı kurduğumuzda tablo daha da netleşecektir.
Doha’nın bugünlerde ağırladığı Suriye muhalefetinin, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ve bazı bölgesel güçlerin talebi üzerine yaptığı yoğun toplantılar, Konsey’i gerek içeride gerekse dışarıda temsil etmek için yeni ve birleşik bir yapı oluşturma amacını gütmektedir.
Belki de müzakerelerle, BM Özel Temsilcisi Ahdar İbrahimi’nin vurguladığı gelecekteki siyasi çözüm hedeflenmektedir.
Dikkat çekici olan, savaş meydanında ciddi ağırlığı olan üçüncü bir çizginin yani silahlı cihatçı grupların Doha toplantılarında temsil edilememesidir.
Muhalefetin altına imza atmış olduğu anlaşmalar ya da girdiği yeniden yapılanma sürecinin bu gruplar tarafından kabul edilip edilmeyeceği belli değildir.
Muhalefet gruplarını birleştirme görevi Şam’daki yönetimi devirmekten çok daha zor bir süreç olabilir.
Katılımcıların çoğu, kendilerinin başkalarından çok daha fazla liderliğe layık ve yeterli olduklarını düşünüyorlar. Bu da fitili Doha’daki Sheraton otelinin lobisinde tutuşturulan ve ABD’nin Şam eski büyükelçisi Bay Robert Ford’un söndürmeye çalıştığı “girişimler savaşı’nı açıklamaktadır.
Ford’la ilgili olarak ise şunu söylemeliyim: Bazıları onun Irak’ın işgal edildiği ilk günlerde vali Paul Bremer’in oynadığı role benzer bir rol oynadığına inanmaktadır.
Muhalefeti destekleyen bölgesel ve uluslararası güçler, Suriyelilerin yetenekli insanlarını kapsayan, Libya’da olduğu gibi rejimin devrilmesinin hemen ardından yönetimi devralacak geniş temsil tabanı olan bir sürgün hükümeti kurulmasını istemekte.
Ancak Libya örneğinin bütünüyle dikensiz gül bahçesi olduğunu söylemek mümkün değil. Albay Kaddafi’nin devrilmesinden ve öldürülmesinden bir yıl sonra, ulusal uzlaşmanın olmaması, kabileler arasındaki çatışmaların artması ve silahlı milis güçlerinin sokakları doldurması nedeniyle ülkede halen ciddi gerilim mevcut.
Buradan hareketle, en önemli soru, Doha’da çehresi şekillenmeye başlayan yeni Suriye yönetiminin Suriye’de çatışmaları ne kadar kontrolü altına alabileceğidir.
Cihatçı grupların kontrol altına alınmasının ve yeni siyasi liderliğin talimatlarına bağlı hale getirilmelerinin zor olduğu bilinmelidir.
Nitekim New York Times gazetesi, dünkü nüshasında ülkenin dört bir tarafında faaliyet gösteren silahlı grupların gerçekleştirdikleri ihlaller ve sivillere yönelik saldırılarıyla ilgili bir haber yayımladı.
Haberde bu grupların kurtarılmış bölgelerde gerçekleştirdikleri ihlaller, yargısız infazlar ve işledikleri cinayetlere ilişkin görüntülerin silahlı mücadeleyi destekleyen Suriyeliler nezdinde müşiş tepkilere ve hayal kırıklığına yol açtığı belirtiliyor.
Söz konusu gazetenin haberi ve bu haber içerisinde, işkencelere, infazlara ve ihlallere dair yer alan bilgiler, Suriye rejimine bağlı en meşhur, yalan bilgiler çiziktirmeye en kudretli yazarların bile kaleme alamayacağı cinsten.
New York Times gazetesinin rejime bağlı ya da onun kuklalarından biri olduğunu düşünmüyoruz.
Maarratu’n Numan kentinde yaşayan Ebu Ahmed adlı bir vatandaş, yaşadıklarını gazeteye anlatırken kentte bulunan mozaik müzesinin önce rejime bağlı askerler ardından da Esed yönetimine karşı çıkan isyancılar tarafından yağmalandığını sanki iki tarafın da ‘birbirimizden farkımız yok’ mesajını vermeye çalıştıklarını belirtiyor.
Suriye krizi, aradan geçen yirmi ayın ardından, rejim için hiç de hayra alamet olmayacak şekilde bombalar Şam’ın kalbine, başkanlık sarayına ulaşsa dahi giderek çıkmaza giriyor, savaşan tarafların da katkısıyla askeri çözüme daha fazla batıyorlar.
Başkan Beşşar Esed, kendisinin kukla olmadığını Suriye’nin bir evladı olduğunu, burada öleceğini söyledi.
Muhalifler de buna karşılık elini Suriye halkının kanına bulamış bir liderle hiçbir şekilde görüşmeyeceklerini söylediklerine göre, kan akıtılmasının kısa zamanda sona ermesini beklememek gerekir. Bu muharebe kesinlikle uzun sürecek.
Belki de muhalefet, ABD’nin ve Körfez ülkelerinin baskılarıyla Riyad Seyf başkanlığında bir sürgün hükümeti kurmakta başarılı olabilir.
Ancak fiili olarak iktidarı ele geçiremeyen bu hükümet, ülkeyi nasıl yönetecek? Coğrafi ve beşeri kimliğiyle toplumsal dokusu ne olacak? İktidara nasıl gelecek? Dış müdahaleyle mi yoksa Batı’nın silahlandırmasıyla mı? Peki karşılığında ne olacak?
Kimsenin bu sorulara cevabının olduğunu ya da bu konulara kafa yormak istediğini zannetmiyorum.
Bayan Clinton bile, yirmi ayın ardından Suriye Ulusal Konseyi’nin sürgünde yaşayan liderlerinin ülkeyi kırk yıldır ziyaret etmediklerini ve bilmediklerini yeni keşfettiyse bu sorulara yanıt vermek mümkün mü? Oldukça şüpheliyim.
Çeviren: Hüseyin şahin
YDH
11 Kasım 2012