Gazeteci-Yazar Soner Yalçın İslam dünyasını kana bulayan Suudi-Vahabi ortaklığının tarihini köşesine taşıdı. Yalçın'ın büyük ilgi gören köşe yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Vehhabi-Suudi Ortaklığının Kuruluş Hikayesi
Ne Suudileri biliyorlar, ne de Vehhabilik kurucusunu tanıyorlar. Kuruluşunda Abdilvehhab ile Muhammet Suudi ikilisinin “eşbaşkanlık” yaptığından bile haberdar değiller. Şiiler kadar Sünnilere de düşman olan bu ittifak nerede nasıl kuruldu? Sünni Osmanlı ile savaşıp Kerbela’yı yakıp yıkan Vehhabiler’in sır dolu öyküleri…
Her gittiği yerde adını değiştiriyordu:
Basra’da, Abdullah… Bağdat’ta, Ahmet…
Kürtlerin yaşadığı köylerde Muhammet…
Hemedan’da, Yusuf’tu!..
Asıl adı; Muhammed b. Abdülvehhab b. Süleyman b. Ali et-Temimi idi.
Orta Arabistan/Necid’ bölgesinden Uyeyne kasabasında 1702’de doğmuştu.
Ailesi, İslam ilimleri konusunda tanınan “Alü Müşerref” soyuna mensuptu.
Temim Kabilesi’ndendiler.
Ailesi, İslam’ın Hanbeli mezhebine bağlıydı.
Dedesi Süleyman b. Ali et-Temini önde gelen alimlerden biriydi.
Babası kadı’ydı; Abdilvehhab b. Süleyman idi.
İlk eğitimini babasından almıştı.
Uveyne’den kaç yaşında ayrıldı ve nerelere gidip öğrenim gördüğü kesin değil. Mekke, Medine, Şam, Basra, Bağdat, Hemedan ve İsfehan gibi şehirlere gittiği söyleniyordu.
Hocaları; Mecmaalı Abdullah b. İbrahim ve Şeyh Muhammed Hayat el-Sindi aracılığıyla İbn Teymiyye yoluna girmişti.
“Selefi” olmuştu. Amaç, gerçek yola/Asr-ı Saadete dönmekti. Bunun yolu, hariçten İslam düşüncesine karışan yabancı unsurların temizlenmesiydi.
Zamanla… Öğrendiği İbn Teymiyye ekolünde değişiklikler yaptı.
Görüşlerini 1738’de yazdığı “Kitabü’t Tevhid” eserinde yazmıştı.
Yazdığına göre, Hz. Muhammet’in vefatından sonra İslam’a girmiş tüm yenilikler terk edilmeliydi. İslam’ın yorumunda, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber’in sünneti yeterliydi.
Ona göre, mezhepler ve diğer milletlerin kültürleri/felsefeleri İslam’a girerek homojenliği bozmuştu.Yani…
Felsefeye karşıydı. Tasavvufa karşıydı. Akla karşıydı.
Sadece Şiiliğe değil, Sünni mezhepleri de reddediyordu.
Sünnileri “mühdeti” (dönme) olarak tanımlıyordu.
Kendi doktrinlerini kabul etmeyen tüm İslam mezheplerini “gayrimüslim” görüyordu.
Muhammet b. Suudi, “Vehhabilik” doktrinini kabul etti.
Abdilvehhab dini otorite olacaktı… Suudi siyasi otorite olacaktı…
(Abdilvehhab ölene kadar bu “eşbaşkanlık” sürdü. Ölüm ardından dini ve siyasi iki otorite Suudi liderliğinde birleşti. Bugün de bu hâlâ böyledir…)
Suudiler ile el sıkışan Abdilvehhab tek başına değildi.
Çeşitli bölgelerde müritleri vardı.
Bu taraftarlar kendilerini tanımlarken “Muvahhidun” (Allah’ı birleyenler) ya da; “Ehlü’t-Tevhid” (Birleme Ehli) diyordu. Yani…
“Vehhabi”; bu harekete karşı olanların/muhaliflerin kullandığı bir terimdi.
Diğer taraftan bir hareketi kurucusunun adıyla kavramlaştırmak alışılmış durumdu. Bu nedenle, Osmanlı, Batılı araştırmacılar ve seyyahlar bu ismi kullandı.
Suudi-Vehhabi ittifakı kan bağıyla da güçlendirdi; Muhammet Suudi, kızını Abdilvehhab’a verdi. Evet sonuçta…
Abdilvehhab dini ekolünü, Suudilerin idaresi altında siyasi ve askeri cihatla birleştirmiş oldu.
Kuşkusuz birliktelik din ile sınırlı değildi; iktisadi yönü vardı….
Bu ittifakın kurulmasında Suudilerin, tarımsal ve hayvancılıkta yetersiz kalıp yoksullaşmasının etkisi vardı.
Ve: Artık askeri fetih başarısı olmayan Osmanlı gerilemişti ve ekonomik çöküşü başlamıştı.
Halk yoksulluk içinde iken Saray, Lale Devri’ni yaşıyordu.
Osmanlı’nın Arabistan’daki bürokratları sadece ceplerini düşünüyordu.
Cidde gümrüğü hasılatı, padişahların gönderdiği paralar, bedevilerin deve taşımacılığından elde edilen gelirler, Cidde Limanı’na ayak basan her hacıdan alınan 3 lira güvenlik paraları gibi gelirler kavga nedeniydi.
Suudiler bu gelirlere sahip olmak istiyordu!
Necid; Anadolu ve Suriye’den gelen tüccarların Arap Yarımadası’nın doğu sahillerine, Basra ve Hürmüz’e ulaşmalarında kullandıkları bir kavşak noktasıydı.
Burada Hindistan ve Güney Asya’dan taşınan ipek ve baharat ticareti yapılıyordu. Aynı zamanda burası İran ve Uzak Asya’dan gelen hacıların mola yeriydi.
Hac, farklı İslam coğrafyasından gelen Müslümanların Osmanlı sultanının hamiliğini ve hakimiyetini gösteren en önemli semboldü.
Yani… Hicaz salt bir toprak parçası değildi; Osmanlı egemenliğinin dini yönünün sembolik merkeziydi.
Vehhabi-Suudi ittifakın gözü hem buraların rantını almak hem de hac gibi sembolik değeri yüksek yeri işgal ederek İslam dünyasında siyasal güç elde etmekti!
Abdülvehhab’ın “Vehhabi” doktrini Arabistan’daki fakir bedevilerin imdadına yetişmişti… Bu yardım karşılıksız değildi.
Muhammed Suudi, kayınpederine aldığı ganimetlerin beşte birini verecekti…
Kolları sıvadılar…
“Doğru inancı” kabul edinceye kadar herkesle savaşmayı görev bildiler.
Yağma yapmaya, kelle kesmeye ve toplu kıyımlar gerçekleştirmeye başladılar.
“İslam adına savaşma/cihat” fikri, bedevilerin yağma ve ganimet toplama alanlarını genişletti.
Ve tabii ki asıl düşmanları Osmanlı idi…
Karşı karşıya gelmeleri için Osmanlı-Rusya savaşını bekleyeceklerdi…
Osmanlılar İslam dünyasının önde gelen devletiydi.
Bu nedenle Arap Yarımadası’nda hiçbir dini ve siyasal sorunla karşılaşmamıştı.
Zorunlu olmadıkça Mekke şeriflerinin işine karışmıyordu.
Askeri gücü bile oldukça sınırlı tutuyordu. Cidde’de sadece altı bölükten oluşan 600 askerlik bir birlik vardı ve bunların asıl görevi hac yolu güvenliğiydi.
Osmanlı yönetimi, “Vehhabi” faaliyetlerini Mekke Şerifi Galip’in İstanbul’a gönderdiği 1730’daki mektubundan öğrendi…
Öğrendi ama hiçbir adım atmadı. Abdilvehhab’ın gittiği yerlerde, İslam’ın koruyucusu Osmanlı sultanının otoritesine meydan okumasını pek umursamadı.
Osmanlı yönetimi için bu hareket henüz başıbozuk-aşağılık isyancı “sergerde” bile değildi. Vehhabi-Suudi ittifakının, Arap Yarımadası’nın -geleneksel kabile hukukunu kullanıp- yağma ganimetlerini diğer kabilelerle paylaşıp savaşçı sayısını artırarak başarı kazanacağını kavrayamadı.
Vehhabi-Suudi ittifakı el sıkıştıklarından 1744’ten bir yıl sonra Necid ve Ahsa’yı almasına rağmen, dönemin Mekke Müftüsü Ahmet Zeyni Dahlan meseleyi hâlâ dini görüp “Vehhabi mezhebine” karşı çıkan yazı kaleme alıyordu!
Osmanlı’nın aklı başına Rusya savaşını kaybetmeye başladığında geldi.
Kurucu Muhammed b. Suudi 1765’te öldü.
Yerine geçen oğlu Abdülaziz b. Muhammet babasının bıraktığı yerden, eniştesi Abdülvehhab ile birlikte Osmanlı’yla savaşa devam etti.
Yıl, 1773.
“Vehhabi-Suudi ittifakı, Riyad’ı alarak ilk büyük zaferlerini kazanmışlardı.
Topraklarını Kuveyt’in doğu kıyısından, Umman sınırına kadar genişletti; Şam, Bağdat sınırına dayandı.
13 Mayıs 1802’de Kerbela’yı ele geçirip Hz. Hüseyin’in türbesini yağmaladılar. 2 bin Şii’yi katlettiler.
Bir yıl sonra Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler.
Bu arada… Abdülaziz 4 Ekim 1803’te, Kerbela’nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından öldürüldü.
Kerbela yağmasından sonra İran Şahı Fethi Ali, “Yeter artık Bağdat’a yürüyeceğim” deyince Osmanlı, harekete geçmeye mecbur kaldı.
Ordusunu Türklerin oluşturduğu Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı isyanı/kıyamı bastırmakla görevlendirdi.
Tosun Paşa 1812’de Mekke ile Medine’yi ve İbrahim Paşa, 1818’de Suudi başkenti Der’iyye’yi geri aldı.
Öldürülen babası yerine geçen Abdullah b. Suud ve dört oğlu yakalanarak İstanbul’a gönderildi. Osmanlı Şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin fetvasıyla başları kesilerek boğazın sularına atıldı. İstanbul’da üç gün bayram yapıldı.
19’uncu yüzyıl başında bitirilen Vehhabi-Suudi hareketi, 19’uncu yüzyıl sonunda yeniden diriltildi.
Bunu yapan İngilizlerdi.
Borç içindeki Osmanlı’nın ne yaptığını da bilmek gerekiyor:
Suudiler Kuveyt’te sürgündeydi. Abdülaziz el Suudi, Osmanlı’dan toprak satın alarak yurduna geri döndü!
Ve sonra İngilizler ile anlaştı. Osmanlı ordusuna savaş ilan etti.
Sonuçta… Suudi Arabistan Krallığı kuruldu.
Başkenti, ilk ele geçirdikleri Riyad oldu.
Bugün Türkiye’yi yönetenlerin Suudiler kadar tarih bilinçleri yok.
Bu nedenle rahatlıkla bu Riyad’ın emrine sokulmuşlardır!..