30 Haziran, sadece Mısır’da değil “Arap Baharı” diye adlandırılan sürecin tamamında yaşanması beklenen yön değişikliğinin miladı olarak görülüyor.
“Arap Baharı” tüm bölgede büyük bir heyecan yaratmış olsa da sadece başladığı ülke olan Tunus ile ilk etkilediği ülke olan Mısır’da öngörülebilir bir değişim yaratabildi.
Çünkü Arap Baharı’nın etkilediği Yemen’de, değişim sistemin eski rejimin aktörleri aracılığıyla yeniden güncellenmesiyle sınırlı kaldı.
Libya’ya toplumsal ve siyasi kaos, Suriye’ye vekalet savaşı armağan eden Arap Baharı’nın Bahreyn’e de en azından öngörülebilir bir vadede herhangi bir değişim sunması beklenmiyor.
“100 yıllık bir gecikme” sonrasında kendi düzenini kuracağı varsayımıyla bölgede büyük heyecan yaratan Arap Baharı’nın iki buçuk yıllık tarihi, tek ortak noktası istikrarsızlık olan dört kategori ortaya koydu:
1- Belirsizlik düzeni: 2011 yılındaki şartların sürdüğü ve mevcut yönetimlerin devrilebileceğine ilişkin dahi herhangi bir öngörü imkanı sunmayan bu düzen, Suudi askeri müdahalesi sayesinde ABD 5. Filosuna ev sahipliği yapan Bahreyn’de ve uluslar arası güçlerin muhalifler aracılığıyla vekalet savaşı sürdürdüğü Suriye’de kuruldu.
2- Eskinin yeniden güncellemesine dayalı düzen: Eski rejimin, eski aktörlerle güncellenmesine dayalı bu düzen, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Örgütü’nün müdahalesiyle Ali Abdullah Salih’in çekilmesi ve yetkilerini yardımcısı Abdurrabbih Mansur Hadi’ye bırakması sayesinde Yemen’de kuruldu.
3- Çoklu feodal düzen: Dış müdahaleyle tasfiye edilen tek adam feodalitesi yerine kurulan çoklu feodal düzen de Libya’da kuruldu.
4- Eski rejimin kurduğu “yeni” düzen: Devrimcilerin de dahil olduğu siyasi süreçler sonunda eski rejimlerin bürokratları tarafından kurulan “yeni” düzen de Tunus ve Mısır’da kuruldu. Zeynelabidin bin Ali’nin devrilmesinden sonra Tunus’taki yeni siyasi süreçler yargı bürokrasisi tarafından, Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır’daki siyasi süreçler ise askeri bürokrasi tarafından belirlendi, devrime katılan gruplar da bu süreçlere dahil edildi.
Bu kategoriler, son derece ironik bir şekilde istikrar vaat edebilecek siyasi düzenlerin doğrudan dış müdahaleye muhatap olmayan ve yeni siyasi süreçleri eski rejimin bürokratları tarafından belirlenen ülkelerde kurulabildiğini gösterdi.
Örneğin, bu şartları taşıyan Tunus ve Mısır’da göreceli de olsa istikrarlı düzenler kurulabilirken, dış müdahaleye en yoğun ve doğrudan muhatap olan Suriye de eski rejimi dış müdahale ile devirebilenlerin kurucu aktör olduğu Libya da istikrarlı bir düzenden oldukça uzak görünüyor.
Bununla birlikte Mısır’daki 30 Haziran müdahalesi ve Tunus’u doğrudan etkileyen sonuçları, devrim sonrasında istikrarlı düzenler kurmayı başaran bu iki ülkeyi bunu başaramayan “Bahar ülkelerinin” durumuna düşürecek riskler taşıyor.
Hatta, 30 Haziran sonrasında Arap Baharı ile sarsılan bölge dengelerinin eski modele göre yeniden kurulabileceği ihtimalinden söz ediliyor ve bunun şu gerekçelerle bir zorunluluk haline geldiği belirtiliyor.
1- Arap Baharı sonrasında kurulabilen yeni siyasi düzenlerin yerelde Müslüman Kardeşler’i bölgede de onu destekleyen Türkiye ve Katar’ı belirleyici aktör haline getirmesi.
2- Katar’ın Libya’da, Türkiye’nin de Katar’la birlikte Suriye’de desteklediği aşırılık yanlısı grupların bölgesel istikrar açısından ciddi bir tehlike oluşturmaya başlaması.
3- Katar dışındaki Körfez ülkelerinin Arap dünyasında Müslüman Kardeşler’in bölgede de Türkiye ve Katar’ın Amerika ile uyumlu bir şekilde belirleyici olmaya başlamasını kendi varlık sebeplerini ortadan kaldıracak bir tehlike olarak görmesi.
4- Amerika ve Avrupa’nın, uyumsuz olmamalarına rağmen zorunlu olmadıkça bölge yönetiminde yeni ortaklar kabul etmek istememesi.
Hazan’ın miladı
Mısır’daki 30 Haziran müdahalesinin Arap Baharı adlı değişim sürecinin yönünü tersine çevirmeye yönelik olduğu yargısı, sadece siyasi analiz düzeyinde değil resmi tutumlar düzeyinde de kendini gösteriyor.
Körfez ülkelerinin Mısır’daki 30 Haziran sonrası süreci hararetle desteklemesi de Türkiye’nin buna şiddetle karşı çıkması da aslında bu ortak yargının bir sonucu olarak kendini gösteriyor.
Körfez ülkelerinin yeni Mısır yönetimine verdiği çok boyutlu destek, Bahar’ın kavurucu yaza dönüşmeden gidişinden duyulan sevinci yansıtırken, Türkiye’nin buna tepkisi meyvesini yiyemediği baharın hazana dönmesinden duyduğu öfkeyi gösteriyor.
Ancak birincisinde bir planlama ve “akılcılık”, ikincisinde ise bir acemilik ve hayalperestlik görülüyor.
Çünkü görünenin aksine Ankara için Arap Baharını hazana dönüştüren süreç aslında 30 Haziran’dan çok önce başlamıştı ve bunu başlatanlar da Ankara’nın Suriye ve Irak konusundaki ortaklarından başkası değildi.
“100 yıl önce Sykes-Picot’la açılan parantezi kapatacağız”[1] diyerek Arap Baharı sürecini kendisinin yönettiğini vurgulayan Ankara’nın Mısır’la ilgili 30 Haziran tepkisi, hazanın bir gecede gelebileceği kabulüne dayanıyor.
Halbuki mevsimler gibi, siyasi gelişmeler de aylara yayılan süreçler içerisinde cereyan ediyor ve tedbirli olmak isteyene iklim şartlarına uygun planlama yapma imkanı sunuyor.
Arap Baharı’nı Ankara ve Katar açısından hazana dönüştürmeye aday süreç, aslında 19 Haziran 2012’de Bender bin Sultan’ın Suudi Arabistan istihbarat servisi başkanlığına atanmasıyla başlamıştı.
Yaklaşık 30 yıllık ABD büyükelçiliğinden ve ulusal güvenlik danışmanlığından sonra bir ara gözlerden kaybolan Bender’in, Arap Baharı sonrası siyasi süreçlerin şekillenmeye başlamasıyla istihbarat servisi başkanı olarak yeniden sahneye çıkması da Amerikalı dostlarını Katar ve Türkiye’nin aşırı grupları güçlendirdiği konusunda uyarması da son derece dikkate değerdi.
Elbette Katar ve Türkiye de birer ABD müttefikiydi ve Ankara ve Doha’nın Arap Baharı sonrasında iktidar olan İhvancıların Batı çıkarlarını tehdit etmeyeceğine dair güvencelerinde de ciddi bir gerçeklik payı bulunuyordu.
Kuşkusuz Katar ve Türkiye’nin niteliğini dikkate almaksızın her türlü silahlı grubu desteklemesi Suriye söz konusu olduğunda hoşgörülebilirdi; ancak, Katar’ın Libya’daki devrimcileri Sina üzerinden silahlandırdığına, Mali’deki el-Kaide bağlantılı grupların kullandığı çelik yeleklerin Türkiye ve bazı Avrupa ülkelerinde üretildiğine dair istihbarat raporları kaygı uyandırmaya yeterliydi.
Nitekim ABD’nin Bingazi konsolosunun öldürülmesi, aşırı grupların güçlenmesini bir kaygı olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştürmüştü.
Bölge basınında yer alan haberlere göre Amerika, Bingazi olayından sonra Katar’a Suriye de dahil olmak üzere her türlü aracı kullanarak darmadağın ettiği sahayı toparlaması için adı konulmamış bir süre verdi.
Bu geçiş sürecinde de Doha’da Ulusal Koalisyon’u kurarak Türkiye ve Katar güdümündeki Suriye Ulusal Konseyi’nin rolünü sınırladı, Suriye dosyasındaki liderliği doğrudan kendisi üstlendi ve yeni rol dağılımında Suudi Arabistan’ın inisiyatifini arttırdı.
Nihayet Katar ve Türkiye’nin Suriye yönetiminin birkaç ay içinde düşeceği vaadinden başka somut bir ilerleme görememesi üzerine de Katar’ı oyundan almaya karar verdi.
Bölge basınında yer alan bu haberlerden anlaşıldığı kadarıyla Katar’ın oyundan alındığının ilk somut tezahürü, babasını darbeyle deviren Emir Hamad bin Halife’nin, tahtını oğlu Temim’e bırakması ve Ankara’nın Arap Baharı’ndaki en yakın ortağı Başbakan Hamad bin Casim’in de görevden alınması oldu.
Suriye Ulusal Koalisyonu’nun başkanlığına Suudilerin adamı olarak bilinen Ahmed Cerba getirildi; dolayısıyla hem Suriye hem de Mısır dosyasındaki pivot oyuncu rolü Katar ve Türkiye’den alınarak Suudi Arabistan’a verildi.
Yaşanan somut gelişmelerle de örtüşen bu senaryo doğru ise, Bender bin Sultan’ın oyuna girmesi, Katar’ın yedek kulübesine alınması ile Türkiye, bundan sonra sadece Suudi Arabistan’dan atılan pasa göre oynayabilecek.
Alptekin DURSUNOĞLU -ydh
[1] http://yenisafak.com.tr/diziler-haber/yuzyillik-parantezi-kapatacagiz-01.03.2013-494795?ref=manset-4
12 Ağustos 2013