Hendek Savaşı ve İmam Ali (as)
Kureyş müşrikleri Uhud savaşında başarılı olmuşlardı ama Müslümanların gücünü kıramamışlardı. Tam tersine Müslümanlar Medine’deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış askeri bakımdan daha güçlü bir duruma gelmişlerdi. Medine’de sürekli problem çıkaran Yahudi Beni Nadir kabilesi sürülmüş doğuda Zatu’r-Rika kuzeyde Dumetü’l-Cendele yapılan seferler kesin zaferle sonuçlanmış Müslümanların gücü ve etkinliği gün geçtikçe daha da büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır Suriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.
Resulullah Medine’de sükûnet ettiği müddetçe, Müslümanlardan mahir kişileri, kendisini İslam muhitinin dışında meydana gelen olaylardan haberdar olabilmesi için etrafa gönderiyordu. Bu cihetten etrafa gönderilen haber kaynaklarından düşmanın İslam aleyhine güçlü bir askeri birlik oluşturduğu haberi alındı. Bu askeri düşman birlikleri muayyen bir zamanda yola çıkarak Medine’yi muhasara etmeğe çalışacaklardı. Peygamber hemen difa etmek için bir şura teşkil etti. Ta ki, Uhud savaşında tattıkları acı tecrübeden ders alsınlar. Müslümanlardan bir grup Medine’de kalarak yüksek tepelerden ve kale üstünden yapacakları savunma savaşını, dışarıya çıkarak yapılan meydan savaşına tercih ediyorlardı. Fakat bu plan asla yeterli değildi. Zira binlerce savaşçı Arap askerlerinin şiddetli saldırıları karşısında bu kale ve burçların hepsi ortadan silinecekti.
Bundan dolayı da aslında düşmanın Medine’ye yaklaşmasını önleyecek köklü bir tedbirin alınması gerekiyordu. İran’ın savaş tekniğiyle yakından aşina olan Selman–i Farisi şöyle dedi:“ Fars topraklarında halk, eğer düşmanların büyük bir saldırısına maruz kalacak olurlarsa hemen harekete geçip o şehrin etrafında boydan boya derin çukurlar kazıyorlardı. Bu vesileyle de düşmanların şehre yaklaşmasını engelliyorlardı. Binaenaleyh Medine’nin zarar göreceği yerlerle nakil ve askeri vasıtaların kolayca geçebilecekleri noktalarda derin hendekler açılmalı bu vesileyle aşılmaz badireler oluşturulmalıdır. Böylece düşmanın bu hendekler vasıtasıyla galibiyetinin önüne geçilecek, hendeklerin etrafına kazılacak siperlerle de aynı zamanda savunma taktiği uygulanacaktı. Burçların üstünden ve hendeklerin etrafına kazılan siperlerden atılacak taş ve oklarla da, düşmanın geçişine engel olunacaktı.
Selman’ın bu teklifi oy birliğiyle Kabul edildi. Gerçekten de bu plan İslam’ın kollama ve himayesinde büyük bir rol oynadı. İlginç olanı şudur ki, Resul–i Ekrem bizzat gezerek, zarar görmesi muhtemel bölgelerde incelemelerde bulundu.
Hendek kazılması gereken bölgeler özel bir hatla belirlendi. Bu cihetle Uhud’dan “Ratic” denilen bölgeye kadar Hendek kazdırılması kararlaştırıldı. Düzenli bir çalışmayla on kişiye kırk zera’lık ( bir Zera 104 cm dir.) bir alan tahsis edildi. Yere ilk kazmayı vuran kişi Peygamber idi. Ardından da yeri kazmaya devam etti. Ali (a.s)’da Peygamberin kazdığı yerin toprağını atıyordu. Peygambarin sureti ve alnı ter içerisinde kalmıştı. Öyle ki, biryandan da şöyle buyuruyordu: “Gerçek hayat ahiret hayatıdır. Allah’ım ensar ve muhacirleri bağışla” Peygamber bu ameliyle İslam’ın esaslı programlarından birini, ortaya koymak istiyordu. Peygamber İslam toplumuna anlatmak istediği şuydu, komutan ve cemiyet rehberliğinde toplumun sıradan bir ferdi gibi gam ve keder birliği içinde olması gerekmektedir. Her zaman onların sırtlarındaki yüklerden bir kısmını kendi omuzlarına almaktadır. Bu cihetten Peygamberin telaş ve çabası, Müslümanlar arasında oldukça büyük bir devrim vücuda getirdi. Hepsi istisnasız olarak çalışmaya koyuldular. Hatta Müslümanların müttefiklerinden sayılan “Ben–i Kureyza’da, Müslümanlara çalışma alet ve edevatlarını temin ederek onlara, bu çalışmalarında yardımcı oldular.
Hendeklerin kazılması için insanların taksiminde, Ensar ve Muhacirler, Selman hakkında ihtilafa düştüler. Her birisi diyorlardı ki: “Selman bizdendir. Bundan dolayı da bizlere yardım etmelidir” Peygamber bu ortam da, ihtilafı ortadan kaldırmak maksadıyla şöyle buyurdular:“Selman biz Ehl-i Beyt‘tendir” Peygamber gece gündüz, hendek kenarlarında kalmakta, işin bitimine kadar da büyük bir emek sarf etmekteydi.
Fakat bazı münafıklar çeşitli bahanelerle bu işten el çekmiş ve hiç izin bile almadan kendi evlerine gidip geliyorlardı. Ama iman ehli olanlar büyük bir azim içerisinde durmadan zahmet çekiyorlardı. Bazen de bir özür ortaya çıktığında da komutandan izin alıp öyle gidiyorlardı. Binaenaleyh, özrünü bertaraf eder etmez yeniden iş başına dönmekte ve çalışmasını devam ettirmekteydi. Bu hadise çok açık bir şekilde Nur suresinin 62–63. ayetlerinde beyan buyrulmuştur.
Ahzap Savaşı’nın en hassas ve tarihî kesitlerinden biri, Hz. Ali (a.s)’ın Amr b. Abduved ile yaptığı dövüştür.
Tarih kitapları bu konuyu şöyle işlemişlerdir: İslam düşmanları, Arapların en güçlülerini Müslümanlarla savaşmaları için bir araya toplamışlardı. Onlar arasında özellikle “Amr b. Abdeved, İkrime b. Ebu Cehil, Hubeyre, Nevfel ve Zirar” gibi kahramanlık ve yiğitlikleriyle nam salmış savaş adamları da bulunuyordu.
Zikredilen bu beş kişi, savaşın sürdüğü günlerin birinde yakın dövüş için hendeğin dar yerinden karşı tarafa geçtiler. Burası, Müslümanların karargâhına daha yakındı.
Onların içerisinde en güçlüsü olan “Amr b. Abduved”, katıldığı savaşlarda büyük tecrübeler ve zaferler kazanmış ve Arap toplumunda gururla anılmasını sağlamıştı. O, Bedir Savaşı’na katılmış ve ağır yaralanmıştı. Uhud Savaşı’na ise yarasından dolayı katılamamış ve üzüntüsünü her fırsatta dile getirmişti. Arapların içinde, “Amr b. Abduved, bin savaşçıdan daha iyidir.” sözünü neredeyse bilmeyen yoktu. O, bu savaşa psikolojik olarak hazırlandığı gibi, Müslümanların dikkatini çekmesi için kendisine özel altından zırh hazırlatmıştı.
Kendisinden bu denli övgüyle söz edilen bu savaşçı kibirli bir hâlde meydanda âdeta gövde gösterisi yapıyor, naralar atarak kendisiyle savaşmaya cüret edecek birini istiyordu.
“Ey Müslümanlar! Aranızda benimle savaşacak kimse yok mu?” diye feryat ediyor, Müslümanlardan karşısına çıkan birinin olmadığını görünce daha da küstahlaşıyordu. Hatta İslam diniyle alay edecek kadar küçülerek Müslümanlara kahkaha altında kaba bir sesle şöyle sesleniyordu:
“ ‘Bizim ölülerimiz cennete, müşriklerin ölüleri de cehenneme gidecek’ diyen sizler değil misiniz?’ İçinizde yok mu öyle biri? Onu cennete göndereyim; ya da o beni cehenneme göndersin?”
Bu sözleri yetmiyormuş gibi, bir taraftan da Müslümanları tahkir eden beyitler dizeliyordu:
“Benimle savaşacak yok mu diye,
Bağırmaktan boğazım patladı!
Şu anda öyle bir yerde duruyorum ki,
Kahramancıklar (bulunduğum yerde) durmaktan korkarlar
Şüphesiz ki yiğit insanların cesareti
En güzel ödevlerindendir...”
Amr b. Abduved’in yakışıksız narasından haberdar olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a), İslam askerlerinden birinin, Müslümanları onun şerrinden kurtarması için emir verdi. Ancak her zor işte olduğu gibi Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s)’ın dışında kimse böyle zor bir görevi kabul etmedi. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) gönüllü olarak ileri çıktığında nasihatte bulundu ve kendisine hayatî bir olayda taktikler verdi.
“Karşında çarpışacak kimsenin, Amr b. Abduved olduğunu unutma ve...”
Hz. Ali (a.s) ise, fedakârlığını ve cesaretini bir kez daha tescil etme fırsatı bulmuş ve hiç düşünmeden şöyle seslenmişti: “Ben savaşa hazırım, karşımdaki Amr bile olsa...”
Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) ona yakınına gelmesini buyurdu. Kendi sarığını başına sarıp özel kılıcı Zülfikâr’ı verdikten sonra onun için şöyle duada bulundu: “Allah’ım! Bedir’de (amcam oğlu) Ubeyde b. Haris’i, Uhud’da (amcam) Hamza’yı benden aldın. Şimdi ise Ali b. Ebu Talip meydanda. Rabbim, beni tek başıma bırakma ve onu önden, arkadan, sağdan, soldan, yukarıdan ve aşağıdan koru.”
Hz. Ali (a.s) hızla savaş meydanına doğru ilerleyerek heybetiyle yerini aldı. Hz. Ali (a.s) bir taraftan müşiş görkemiyle, diğer taraftan da fasih ve akıcı diliyle Amr b. Abduved’in rengini değiştirecek şiddette şiirler okuyordu.
“Acele etme! Davetine karşılık veren
Cesur adam meydana geldi
Öyle biri ki, temiz niyetli ve basiretlidir
Doğruluğu, galip insanı kurtuluşa erdirir
Ağıt yakanların, feryatlarını cenazenin başucunda
Yükselteceğime inanıyorum
Öyle bir darbe indireceğim ki,
Yankısı savaş meydanlarında kalacak
Ve her yerde yayılacaktır.”
Resulullah (s.a.a)’ın Hz. Ali (a.s)’ı kendinden emin bir şekilde meydanda görmesi, nurlu gözlerine ışık getirmiş ve ümitli bir ifadeyle tarihe kaydedilecek meşhur cümlesini işte böyle bir anda sahabelerine söylemişti: “İmanın bütünüyle şirkin bütünü karşı karşıyadır.”[1]
Hz. Ali (a.s) ile Amr b. Abduved arasında kısa ama hararetli bir konuşma geçmesi, iki Arap pehlivanının mücadelesinin ne denli zor geçeceğinin habercisiydi.
Amr, karşısına geçmeye cesaret edenin Hz. Ali (a.s) olduğunu fark ettiğinde kendisini bu işten alıkoyacak cümleler sarf ediyordu:
“Ey Ali! Amcaların arasında sen pek de naçiz bir savaşçısın. Müslümanlar arasında senden büyük başka bir kimse yok muydu? Ağzından süt kokusu gelmekteyken, kendini aslanın pençesine niye atıyorsun?...”
Hz. Ali (a.s) ise, beklemeden küstah Amr b. Abduved’e cevabını verdi: “Ey Amr! Boş konuşuyorsun. Ölümün benim elimden olacak ve toprağı senin kanınla boyayacağım.”
Ve dövüş başlamıştı... Atağa ilk olarak kalkan Amr bin Abduved idi. O, kılıcıyla Hz. Ali (a.s)’ın başına büyük bir darbe indirmek istese de, İmam savaş mahareti ve çevikliğiyle bu ağır darbeyi atlatmıştı. Ne var ki, Amr’ın darbesi öyle ağır ve şiddetliydi ki, imamın zırhını ikiye bölmüş, başını yaralamıştı.
Hz. Ali (a.s) ise, hiç beklemeden kendine özgü bir taktikle çatal kılıç Zülfikar’ı, Amr’ın atının ayaklarına doğru kuvvetlice savurdu. Beklemedik hamle karşısında atı sendelemiş ve kendisini yerde bulmuştu. Koca gövdesiyle yere yığılıp kalmıştı.
Bu sırada, savaş meydanını büyük bir toz bulutu kaplamış, her iki tarafın askerleri de sesli düşünmeye başlamışlardı. Bir taraftan Amr b. Abduved gibi Arapların en büyük pehlivanı, diğer taraftan da düşmanlarını iki darbeye fırsat kalmadan tek darbeyle öldüren Hz. Ali (a.s). Her iki taraf da bu çarpışmanın, savaşın kaderini etkileyeceğini düşündüklerinde bakışları daha da keskinleşiyor, eller gökyüzüne duaya kalkıyordu.
Toz bulutu içerisinde yapılan kıyasıya mücadelede kimin üstünlük sağladığı belli olmazken, münafıklar Amr’ın, kendilerine en büyük engel gördükleri Hz. Ali (a.s)’ı öldürdüğü hissine kapılmışlardı. Onların bu zanları, Hz. Ali (a.s)’ın tekbir sesine dek sürdü. Zira Hz. Ali (a.s)’ın tekbir nidası, zaferin de habercisiydi.
Hz. Ali (a.s), toz bulutu içerisinde mübarek alnından süzülen kan damlaları ve ince bir tebessüm ile ağır ağır İslam Peygamberi’ne doğru gelirken, Müslümanlar Şah-ı Merdan’ı tekbir nidalarıyla karşılıyorlardı.
Toz yığını yavaş yavaş kalkarken, Amr’ın başsız bedeni meydanın orta yerinde gözükür olmuştu. Müslümanlar akıllardan silinmeyecek bu tabloyu görmelerinden sonra, yüzlerindeki cesaret çizgileri daha da belirginleşmiş, ifadeleri daha da sertleşmişti.
Şirk ordusu tarafındaysa, meşhur kahramanlarının cansız bedenini görmelerinden sonra ürpertici bir sessizlik hâkim olmuş, Mekke’den Medine’ye dek süren sevinç ve haykırışları, yerini gözle görülen tedirginliğe ve endişeli bakışlara bırakmıştı.
Hz. Ali (a.s), müşrikleri bir kez daha ümitsizliğe ve manevî çöküntüye mahkûm etmişti. Mutlak zafer parolasıyla gelen müşrikler, Amr’ın öldürüleceğini hiç de hesap etmemişlerdi. Arapların meşhur pehlivanının ölümü, şirk ordusuna telâfisi mümkün olmayan bir darbe indirmiş, ümitlerini boşa çıkarmıştı.
Bu zaferden dolayı sevincini izhar eden Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’a hitaben şöyle buyurdu: “Senin bu zaferin, Muhammed ümmetinin amellerinin tümüyle kıyas edildiğinde, şüphesiz senin bu müşiş zaferin ağır gelecektir. Çünkü Amr’ın öldürülmesiyle, zilletin girmediği müşrik evi ve izzetin girmediği Müslüman evi kalmamıştır.”[2]
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Hâkim-i Nişaburî bu sözü başka bir tabirle şöyle naklediyor: “Ali b. Ebu Talib’in Hendek günü, Amr b. Ahduved ile yaptığı savaş, ümmetimin kıyamete kadar yapacağı amellerden daha üstündür.”[3]
Müşriklerin, Amr b. Abduved’in gölgesinde İslam’ı yok etme hedefiyle Medine sınırlarına kadar gelmeleri ve bitmez tükenmez ısrarlarının son bulması, yukarıdaki tarihî sözün hikmetini ortaya koymaya yetecektir. Diğer taraftan bu hadisenin gerçekleştiği zaman diliminde, İslam’ın yeni filizlenen bir din olması ve içinde barındırdığı münafıkların sinsi planlarının gerçekleşememesi, bu zaferin ne denli öneme sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Ali (a.s)’ın hem Peygamber’in hayatı içerisinde, hem hayatından sonra defalarca İslam dinini yok olmaktan kurtardığını, böylelikle tarihî bir seyirle incelemiş olduk. Peygamber’in Medine’ye hicret ettiğinde ölüm yatağında yatan, Bedir’de müşriklerin büyüklerini öldürerek şimşekleri üstünde toplayan, Uhud’da Müslümanlar müşriklerin çemberi altında kalmasıyla firar ederken Peygamber’in yanından ayrılmayıp, kendisini ona siper eden, Hayber’de Yahudilerin geçit vermez kalesini feşeden ve kapısını zırh olarak kullanan ondan başkası değildi. Onun fedakârlık ve kahramanlıkları, ormanlar kalem, okyanuslar mürekkep olsa yazmakla bitmez, bitirilemez...
________________________________________
[1] - Bihar’ul-Envar, c.20, s.215; İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâğa, c.4, s.244, İhkak’ul-Hak’tan naklen.
[2] - Bihar’ul-Envar; c.20, s.216.
[3] - Müstedrek-i Hâkim, c.3, s.32.
05 Eylul 2012