Prof. Dr. İzzettin Doğan:
2 Temmuz 1993′te 35 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Katliamı’na ilişkin 5 kişinin yargılandığı dava zaman aşımından düştü… Alevi dernekleri başta olmak üzere bir çok kesimden tepki seslerinin yükseldiği kararla ilgili Cem Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan alınan bu kararının demokrasiye vurulan en büyük zincir olduğunu söyledi ve Türkiye’nin tarihine düşen en büyük kara leke olduğunu söyledi.
Bu olay sadece 35 kişinin yakıldığı bir olay değildir. Bu karar Türkiye Cumhuriyeti devletinin insana verdiği değer, yargı sistemi ve demokraside insan hayatına verilen önemin bir göstergesidir. Devletleti devlet yapan mahkemelerdir. Yani mahkemeler bir takım suçlar konusunda istediği gibi, olması gerektiği gibi demokratik karar verebilmelidir. Eğer bir ülkede yargı bağımsızlığı yoksa o ülkede çağdaşlıktan, bağımsızlıktan söz edilemez.
Bu olayı toplumsal bir sorun kaynağı haline getirmeden bir yargı göreviyle huzuru korumaya, insanların nezdinde sarsılmış olan adalete güven duygusunu yeniden kurmak için mahkemenin verdiği karar bu bakımdan çok önemliydi.
Bundan sonraki hukuki süreçte ise, bu kararla davanın iç hukuk yolları tam olarak tüketildiği zaman 6 ay içerisinde AİHM’e gitme yolu açılıyor. Son zamanlarda bu yolu tıkamak için bir takım prosedürler uygulamaya konuluyor ancak bu tür davalarda AİHM yolu her zaman açıktır.
Doğan Bermek:
Değerli okurlarım,
Bugüne kadar hiç bir yazı veya konuşmamda Sivas Madımak olaylarını Maraş, Çorum, Malatya ve Gazi – Ümraniye olaylarından bağımsız olarak ele almadım, bugünden sonra da bu olaylar zincirini göz önünde tutmaya devam edeceğim. Ancak 13 Mart 2012 tarihinde alınan ve açıklanan karar, sadece Sivas dosyası çerçevesinde dahi olsa, biraz irdelenince ortaya aşağıdaki gibi bir manzara çıkıyor. Bu manzarayı paylaşmak isterim.
Sivas davası 19 yıl sürdükten sonra 13.Mart.2012 tarihinde Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin aldığı bir karar ile zaman aşımına uğratıldı. Mahkeme, kararında işlenen suçun insanlık suçu olduğuna vurgu yapsa da , suçu işleyenlerin kamu görevlisi olmamaları nedeni ile dosyanın zaman aşımına uğradığını karara bağladı. Böylece ülkemizde insanlık suçu işleyenlerin sadece kamu görevlileri olacağı ya da olduğu, özel şahısların işleyeceği suçların insanlık suçu olamayacağı ya da suç insanlık suçu olsa da özel şahıslar tarafından işlenmiş ise adi suç sayılacağı mı kasd ediliyor, ben iyi anlayamadım. Gerekçeli karar çıkınca bugün açıklanan kararın, anlaşılması çok zor bu yanı umarız bir aydınlığa kavuşacak.
Öte yandan 19 yıl boyunca arandıkları, haklarında tutuklama kararları bulunduğu halde, evlenen, askere giden, İstanbul Büyükşehir belediyesinde ve belki başka yerlerde de çalışan, ehliyet alan, yurt dışına gidip gelen bu 7 firarinin, devletin kolluk kuvvetleri tarafından yakalanamamış olmaları ve mahkemenin 19. yılın sonunda adeta çaresiz kalarak bu kişiler hakkında zaman aşımı kararı almak zorunda kalmasını da anlamak bir o kadar güç. Kolluk kuvvetleri, yani yargının verdiği tutuklama emrini yerine getirmekle görevli bulunan polis, jandarma ve istihbarat birimleri nedense bu davada hiç varlık gösterememişlerdir. Devletimizi, hezimet denecek ölçüde , büyük bir başarısızlığa uğratan yürütme gücünün bu zaaflarının nasıl izah edilebileceğini, ya da bu zaafın bir savunması olup olmadığını da merak etmek her vatandaşın doğal hakkıdır. Futbol rüşveti davalarında, insanların eylemlerini dakika dakika takip etmeyi beceren ve inanılmaz ölçüde detaylı raporlar oluşturabilen yürütme güçleri, bazı davalarda nerede ise okunamayacak kadar çok belgeyi, yüzlerce klasör içinde, savcılıklara kamyonlarla taşıyan yürütme güçleri, nasıl oluyor da 19 yıl boyunca yedi kişinin izini bulamıyor. Üstelik bu kişiler yurt içinde değişik işlerde çalışıyor, evleniyor, yani normal bir vatandaşın yaptığı her şeyi yaparken yakalanamıyor. Bu konuda kolluk kuvvetlerinin ciddi bir sorgulamadan geçmesi gerektiği nedense pek konuşulmuyor ve topluca yargıyı eleştiriyoruz. Oysa, yargıya hizmet etmesi gereken destek birimleri iyi çalışmazlarsa, ya da çalıştırılmazlarsa, yargı delillere ulaşamazsa, hatta yargının zanlılar ve suçlular hakkında verdiği kararlar uygulanmazsa, yargı adalet dağıtma görevini doğallıkla yerine getiremez ya da eksik bilgi ile karar almak zorunda kalır. Adalet isteğimizin ve hukuk düzeninin kolluk hizmetleri yanını, yani devletin yürütme erkini iyice sorgulamadan, yargıdan doğru ve eksiksiz hizmet beklemenin, ne ölçüde ve nereye kadar gerçekçi olduğunu da bir kez daha iyice düşünmemiz gerekir.
Değinmek istediğim üçüncü konu, 13 mart günü alınan karardan bir kaç gün önce bir HSYK yetkilisinin “Sivas davası atrtık zaman aşımına uğramalı.” mealindeki bir konuşmasıdır. HSYK ‘da sorumlu bir görevde olan her kişi, yargıyı karardan önce etkileyecek böyle bir beyandan kaçınması gerektiğini gayet iyi bilir. Bu beyanın yargıyı etkilemek amacı ve gayreti taşıyıp taşımadığını, taşıyorsa nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini herhalde hukukçularımız ve Adalet Bakanlığı yetkilileri inceleyecek ve gereken soruşturmayı yapacaklardır. Ancak sonucu ne olursa olsun, böyle bir davada, çok kritik bir duruşmadan az önce, sorumlu mevkide oturan bir kişinin böylesine bir açıklama yapması benim epeyi garibime gitti. Kararın ardından değişik medya kaynaklarından gelen “Böyle bir kararı bekliyor mu idiniz?” sorusuna da, “ Evek bekliyordum, çünkü bir HSYK sorumlusu geçtiğimiz hafta böyle bir kararın beklenmesi konusunda kamuoyuna mesaj vermişti.” cevabını verdim. Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım bilmiyorum, ama o konuşmayı okuduğum gün bende yarattığı etki aynen bugün verdiğim cevaplar gibi olmuştu.
Bu günün ardından yazmak istediğim dördüncü konu ise sayın başbakanın “Vatana , mllete hayırlı olsun” ifadesi oldu. Siyaset adamlarının deyimleri ile ancak talihsiz olarak adlandırılabilecek bu konuşma ya da ifade için söyleyecek bir tek şey düşünebiliyorum. O da bir özdeyiş :“ Dervişin fikri ne ise, zikri de oldur.”
Sivas Madımak olayı ve ilgili dosya bağlamında konuyu inceleyince karşımıza böyle bir tablo çıkıyor. Önümüzdeki günlerde bu dosyanın düşündürdüklerini etraflıca gözden geçireceğiz elbette.
Bu aşamada kısaca işaret etmek istediklerimiz ise şunlar:
· Bizlere gösterilen resimlere değil, daha büyük fotoğrafa bakmak zorundayız.
· Karşımıza hedef diye çıkarılanlar çoğunlukla doğru hedef değil , dikkatlice düşününce gerçek hedeflerin çok daha farklı olduğunu görmekteyiz.
Demokratik kurallar içinde, hukukun doğru işlemesi için yasama, yürütme ve yargı erklerinin birlikte ve düzgün çalışması gerekir. Bunlardan biri aksıyorsa, diğerlerini de ister istemez etkileyecektir.
O halde bu üç erkin birlikte ve doğru çalışıyor olup olmadığını sürekli olarak izlemek ve sorgulamak vatandaşın hakkı ve sorumluluğudur. Vatandaş bu hakkını milletvekilleri aracılığı ile kullandığına göre, TBMM’deki milletvekillerimizin kamu vicdanını böylesine zorlayan, ülkemizi dünyada insan hakları ve demokrasi konusunda bir kez daha en geri düzeylere düşüren bu tür uygulamaları, bu açılardan ele alma, izleme, irdeleme ve düzeltici faaliyette bulunma sorumlulukları vardır.
Herkesin hakını ve sorumluluklarını bildiği ve doğru yerine getirme gayreti içinde olduğu bir ülkeye demokratik ya da demokrasi yolunda denebilir. “Böylesine sorunların yaşandığı bir ülkede, böyle bir meclis, tarafsız,yansız ve demokratik bir Anayasa çalışması yapabilir mi? “ sorusunu önümüzdeki günlerde daha etraflıca irdelemeliyiz.
Günleriniz aydın olsun...