Arap Birliği’nin Suriye’de yaşanan bunalımın çözümü için 27 Ekim’de başlattığı arabuluculuk girişimi ve Şam yönetiminin Arap Birliği’nin sunduğu çözüm planını kabul etmesi bir yıla yakın bir süredir isyanlara sahne olan Arap dünyası açısından yeni bir gelişme oldu.
2010 yılının aralık ayında Tunus’ta başlayan ve Arap ülkelerinin neredeyse tamamına yayılan isyan dalgasının, şimdiye kadar üç ülkede devrime sebep olmasına ve üç ülkeyi de istikrarsızlığa sürüklemesine rağmen Arap dünyasının ortak kurumsal siyasi aklı olan Arap Birliği, ilk kez inisiyatif alıyor.
ABD ve Fransa ve İngiltere gibi bölge dışı güçlerin ve Türkiye gibi Arap olmayan bir bölgesel aktörün başından beri sürece etkili bir şekilde müdahil olmaya çalışmasına rağmen Arap Birliği’nin 10 aylık gecikmeyle devreye girmesi, bir Arap klasiği olması bakımından şaşırtıcı bulunmamakla birlikte önemli bir adım olarak nitelenebilir.
Peki Arap Birliği’nin Suriye bunalımının çözümü için başlattığı girişimin başarı şansı nedir?
Homojen bir liderliğe sahip Suriyeli muhalifler ülkenin demokratikleşmesinin yolunun dış müdahaleden ya da silahlı mücadeleden değil rejimle müzakereden geçtiğine inanmaya başlamış; Şam yönetimi, sorunu güvenlik politikalarıyla çözemeyeceğini anlayarak, muhalifleriyle bağımsız bir arabulucu vasıtasıyla diyalog kurmanın en iyi çözüm yolu olduğu sonucuna varmış ve Arap Birliği de tarafların talep ve beklentileri doğrultusunda bağımsız bir aktör olarak devreye girmişse Arap Birliği’nin girişiminin başarı şansının çok yüksek olduğu söylenebilir.
Yukarıda sıralanan şartlar, fiziksel bir gerçeklik taşımadığı için Arap Birliği’nin Suriye konusunda bir çözüm üretebilmesi ve bölgede yaşanan gelişmelere doğrudan ya da dolaylı olarak taraf olan aktörleri yeni pozisyonlar almaya zorlayacak yeni bir aşama başlatması beklenti düzeyini aşamıyor.
Bu sebeple Arap Birliği’nin Suriye girişiminin başarı şansından çok, neden onca Arap ülkesi içerisinde “çözüm” için Suriye’nin seçildiği meselesi analiz edilmesi gereken bir konu olarak önem kazanıyor.
Çünkü bu girişimle geçtiğimiz yılın ocak ayında Tunus’ta başlayan isyan dalgasıyla ilgili olarak ilk kez bölgenin kendi içinden kurumsal bir akıl isyancılara ya da rejimlere destek vermek için değil, “dengeli bir çözüm” için arabuluculuk inisiyatifi almış oluyor.
Tunus ve Mısır devrimlerinin sürpriz bir sürat ve doğallıkla gerçekleşen kitlesel halk devrimleri olması, bölgesel veya uluslar arası bir aktörün devreye girmesine imkan bırakmamıştı.
Libya devriminde bölgesel ve uluslar arası aktörler, rejim aleyhine devrimi kolaylaştırıcı bir misyonla devreye girerken; Suudi Arabistan’ın girişimiyle Yemen ve Bahreyn’de sürece müdahil olan Körfez İşbirliği Örgütü, Bahreyn’de rejimi korumak, Yemen’de ise en azından bölgesel statükoyu koruyacak bir yumuşak geçiş sağlamak üzere rol almıştı.
Arap Birliği’nin 27 Ekim’de Katar Başbakanı Hamad bin Casim başkanlığındaki heyeti Şam’a göndererek sorunun çözümü için arabuluculuk girişimi başlatması, bölgedeki isyan sürecinde iki açıdan bir ilke tekabül ediyor.
Birincisi Arap dünyasının kurumsal siyasi ve diplomatik aklını temsil eden Arap Birliği, geçtiğimiz yılın ocak ayından bu yana 5 Arap ülkesinde fiilen yaşanan, diğerlerini de potansiyel olarak istikrarsızlaştıran bir isyan konusunda ilk kez inisiyatif alıyor.
İkincisi ise Arap Birliği’nin Suriye konusunda başlattığı girişim, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya’da bölge dışı güçlerle birlikte rejim aleyhine ve devrimi kolaylaştırıcı bir unsur olarak rol almasından da Körfez İşbirliği Örgütü’nün Suudi Arabistan’ın girişimiyle Yemen ve Bahreyn’de rejimleri devrime karşı korumak için devreye girmesinden de farklı bir nitelik taşıyor.
Arap Birliği çözüm planının Şam yönetimi tarafından kabul edilmesi de “Arap Baharı” diye de adlandırılan süreç açısından bir ilke tekabül ediyor ve bu girişimle başlayan sürecin “yeni bir aşama” olarak nitelendirilmesini haklı çıkarıyor.
Çünkü isyanların yaşandığı ülkelerdeki tüm yönetimler gibi başlangıçta rejim karşıtı gösterileri bir “iç güvenlik sorunu” olarak tanımladığını gösteren adımlar atanŞam yönetimi, Arap Birliği’nin çözüm planını müzakereye başlamakla, sorunun yalnızca iç güvenlik yöntemleriyle çözülemeyecek ölçüde karmaşık olduğunu kabul etmiş ve çözüm için üçüncü tarafların siyasi ve diplomatik müdahalelerine izin vermekten başka çaresinin kalmadığını itiraf etmiş izlenimi veriyor.
“Peki, Zeynelabidin bin Ali, Hüsnü Mübarek ve Muammer Kaddafi, şu an Beşşar Esed’in yaptığı gibi çözüm konusunda yalnızca iç güvenlik tedbirleriyle yetinmeyip üçüncü bir tarafın sürece müdahil olmasına izin vererek sorunu çözmeyi dener miydi?”
Arap Birliği’nin; Tunus, Mısır ve Libya konusunda krizin çözümüne yönelik bir arabuluculuk girişiminde bulunmamış olması, bu soruya cevap vermeyi imkansız kılıyor.
Ancak Arap Birliği’nin neden Tunus, Mısır ve Libya konusunda şu an Suriye’de yaptığı gibi devreye girmediğinin ve isyanların hala devam etmekte olduğu Bahreyn ve Yemen konusunda neden devreye girmeyi düşünmediğinin sebepleri üzerinde düşünmek, Suriye’de yaşanan bunalımın bu ülkelerin tamamından ne kadar farklı olduğunu anlamaya yeterli gözüküyor.
Tunus ve Mısır’daki isyanların kitleselliği, Zeynelabidin bin Ali ile Hüsnü Mübarek’in halk desteğinden yoksunluğu ve devrim sürecinin birkaç haftada tamamlanan sürati, genel sekreterliğini bir Mısırlının yaptığı Arap Birliği’nin Mısır ve Tunus’ta inisiyatif alamamasının makul sebepleri olarak gösterilebilir.
Binaenaleyh, yöneticileri de dahil olmak üzere halkının tamamının reformlardan yana olduğu Suriye’de Tunus ve Mısır’ın aksine kitlesel gösterileri devrim isteyen muhalifler değil, reform vaat eden Suriye yönetimi ve reformları destekleyen Suriye halkı yapıyor.
Zeynelabidin bin Ali lehinde tek bir gösterinin olmadığı Tunus’un ve Hüsnü Mübarek’e destek için atlar ve develer üzerinde devrim için meydanları dolduran yüz binlerce göstericiye saldıran 70-80 kişilik eylemlerin düzenlenebildiği Mısır’ın aksine, son bir hafta içerisinde Halep, Şam, Lazkiye, Deyr ez-Zor, Rakka ve Tartus kentinde meydanları dolduran milyonlarca Suriyeli devrimi değil, Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in yaptığı reformları destekleyen gösteriler yaptı.
Dolayısıyla Tunus ve Mısır’da çözüm için devreye giremeyen Arap Birliği’nin, şimdi Suriye konusunda çözüm için devreye girmesinde sadece Tunus ve Mısır’da devrim sürecinin hızlı gelişmesine karşın Suriye’de hiç gelişememesinin değil, Tunus ve Mısır halkının aksine Suriye halkının çoğunluğunun devrim değil reform istemesinin de etkili olduğu söylenebilir.
Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin Batı’yla ilişkileri, Tunus ve Mısır devrimlerinin kitleselliği, hızlı sonuçlanması ve barışçılığı, rejimlerin uyguladığı şiddetin ise polisiye düzeyde kalması, yani askeri düzeye yükseltilmemesi gibi unsurlar da Tunus ve Mısır’ı Suriye’den ayıran faktörler olarak gösterilebilir.
Ancak Arap Birliği’nin Tunus ve Mısır’ın aksine isyan sürecinin uzunluğu ve hem rejimin hem de devrimcilerin uyguladığı şiddet bakımından Suriye’ye benzeyen Libya konusunda herhangi bir girişim başlatmaması da dikkate değer gözüküyor.
El-Cezire ve el-Arabiya kanalları aracılığıyla Suriye’ye yönelik propaganda savaşının baş aktörleri olan Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Libya’ya yönelik uluslar arası askeri müdahaleye verdiği açık destek herkesçe biliniyor.
Kaddafi rejiminin devrilmesine Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri düzeyinde olmasa da örtülü destek veren Suudi Arabistan ise kendi içindeki gösterileri “haram” ilan ederken, geçtiğimiz ramazan ayında “barışçı gösterileri şiddet kullanarak bastırmak” ile suçladığı Suriye’den büyükelçisini çekmiş ve Lübnan’daki müttefikleri aracılığıyla Suriye’deki silahlı gruplara mali ve lojistik destek sağlamıştı.
Binaenaleyh, yaşadığı devrim ve geçiş süreci sancıları sebebiyle siyasi sahneyi geçici de olsa boşaltmış olan Mısır’ın yokluğunda Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından temsil edilen Arap siyasi aklı, geçen 8 aylık süreçte Suriye için Libya modelinin hayata geçirilmesini bekledi.
Çünkü Suriye’deki isyanın Tunus ve Mısır’daki gibi bir kitlesel devrime dönüşme potansiyeline sahip olmadığı görülmüş, polis gücü son derece yetersiz ve eğitimsiz olan Şam yönetiminin de tıpkı Kaddafi rejimi gibi iç güvenlikte orduyu kullanması sebebiyle Suriye ile Libya arasında paralellik kurulmuştu.
Suriye için Libya modeli öngörenler açısından cezp edici bir diğer nokta da İran’la ve Lübnan ve Filistin direnişleriyle olan stratejik ilişkilerinden dolayı Batılıların hedefinde olan Suriye’nin tıpkı Libya gibi Birleşmiş Milletler nezdinde kolayca yalnızlaştırılabileceğinin düşünülmesiydi.
Ancak Şam yönetiminin iç güvenlik tedbirlerindeki tüm beceriksizliğine, Suriye’ye karşı kullanılan propaganda ve psikolojik savaş aygıtlarının çeşitliliğine ve etkinliğine, içeride istikrarsızlık yaratma rolü verilen unsurlara verilen tüm mali, lojistik ve siyasi desteğe rağmen Suriye için öngörülen Libya modelinde bir ilerleme sağlanamadı.
Çünkü;
1- Rusya ve Çin’in vetoları sebebiyle Suriye’ye yönelik bir uluslar arası müdahale kararı alınamadı.
2- Devrime önderlik etmesi için ABD, Türkiye, Fransa ve Katar’ın desteği ve girişimleriyle kurulan konsey, kuruluşuna destek veren ülkelerin gizli servislerinin yönlendirdiği diasporadaki bir avuç aydından ibaret kaldı.
3- Libya’da olduğu gibi yönetimin sivil veya askeri kanadı parçalanamadı, Şam yönetiminden koparılamadı.
4- Verilen tüm propaganda, silah desteğine rağmen Libya’da olduğu gibi bir kurtarılmış bölge yaratılamadı; dolayısıyla “sivilleri koruma” gerekçesine dayalı bir uluslar arası müdahalenin zemini oluşturulamadı.
Körfez İşbirliği Örgütü paravanı kullanılarak yapılan askeri müdahale ile bir yandan Bahreyn’de rejimi, dolayısıyla da Amerikan 5. Filosunun geleceğini garanti altına almaya diğer yandan da yine Körfez İşbirliği Örgütü aracılığı ile Yemen’de artık sürdürülebilir olmaktan çıkan ABD müttefiki Ali Abdullah Salih rejimi için yumuşak geçiş formülleri üretmeye çalışan Arap iradesi ile Suriye’ye çözüm öneren Arap iradesi acaba aynı mı?
Şam’a çözüm planı götüren Arap Birliği komitesine, İsrail’e “Mısır size verdiği doğalgazı keserse ihtiyacınız olan gazı biz temin etmeye hazırız” teklifi götüren Katar’ın Başbakanı Hamad bin Casim’in başkanlık ediyor olması, Arap Birliği’nin Suriye’de hem yönetimi hem de muhalifleri razı edecek bir çözümden yana olduğuna inanmayı güçleştiriyor.
Ancak Katar’ın Suriye konusundaki rolünün sadece dönem başkanlığından kaynaklandığını, çözüm planının Katar’ın değil Genel Sekreter Nebil el-Arabi’nin “bağımsız” ve “samimi” girişiminden kaynaklanan bir plan olduğu varsayımını reddedebilecek bir veriye de sahip değiliz.
Bununla birlikte Beşşar Esed’in çekilmesi gerektiğindeki ısrarını sürdüren ABD’nin ve Arap müttefiklerinin Suriye konusundaki tutumu ortadayken Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi’nin Suriye’de tarafları razı edecek çözümünün, bir başka deyişle devrimi değil reformu öngören çözüm planının başarı şansının çok yüksek olmadığını söylemek mümkün.
Basında yer alan haberlere göre Suriye tarafından da kabul edilen Arap Birliği çözüm planı şunları öngörüyor:
1) Suriye ordusunun kentlerden çekilmesi,
2) Siyasi tutukluların serbest bırakılması,
3) Şam yönetimi ile muhaliflerin müzakerelere oturması,
4) Arap Birliği’nin süreci izlemek üzere Şam’da temsilci bulundurması.
Şam yönetiminin, sırf uzlaşmacı ve yapıcı bir tutum içerisinde olduğu imajını oluşturmak için kabul ettiğini düşündürten Arap Birliği planı konusunda muhaliflerin en ılımlılarının bile, adeta “bu plan nasıl olsa başarısız olacak, oyunu bozacak olsak da biz oyunbozan gibi gözükmeyelim” tavrı içerisinde olduğu söylenebilir.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, Suriye yönetiminin herhangi bir cinayete karışmamış kişilerin silahlarını teslim etmesi halinde genel af kapsamına alınacağına ilişkin açıklaması üzerine, rejim karşıtlarına silahlarını teslim etmemesi çağrısında bulundu.[1]
Diasporadaki muhaliflerden Arap Birliği planını destekliyor gözükenler, Şam yönetiminin anlaşmaya bağlı kalmayacağını öne sürerek planın şansının olmadığını, bundan dolayı da planın aslında Esed yönetimine ek zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramayacağını vurgularken, planı desteklemediklerini açıkça söyleyenler Arap Birliği’ni Suriye rejimi ile bir olup halka karşı komplo kurmakla suçladı.[2]
Suriye halkının çoğunluğunun devrim değil, reform istediğini söylediği ve yabancı müdahaleye karşı çıktığı ve Türkiye, ABD, Fransa ve Katar gibi ülkelerin yönlendirme ve desteği ile kurulan Ulusal Konsey’in halk tabanından yoksun olduğunu belirttiği için gölgede bırakılan rejim muhaliflerinden Arap İnsan Hakları Örgütü Sözcüsü Heysem Menna’nın sürece ilişkin yaptığı analiz oldukça aydınlatıcı gözüküyor:
BBC ve Rusya el-Yovm televizyonuna demeç veren Heysem Menna, şunları söylüyor: “Dürüst olmak gerekirse Arap Birliği girişiminin düşmanları var. Dostları da var. Düşmanları, dünden itibaren her türlü yolu kullanarak bu girişimi başarısızlığa uğratmak için çalışmaktalar. Girişimin düşmanları, sadece “güvenlik” esaslı çözümden yana olan rejim değil. Rejimi kontrolü altında tutan azınlık bir grup var. Bunlar, güvenlik esaslı çözüm sunuyorlar. Bu durumun devam etmesini istiyorlar.
Bunun yanı sıra halk hareketini silahlandırmak isteyen, halk hareketini güzergahından çıkarmak isteyen aşırılık yanlısı, bölücü ve şiddet eğilimli kişiler de girişimin düşmanıdır.
Bu iki tarafın da ülkede tansiyonu nasıl yükselttiğine şahit olduk. Çünkü gerilimin yükselmesi onların yararınadır. Bu kişiler, devrime ve halka karşı suç işlemektedirler. Sivil bir çözüme ulaşmak için her ikisine de karşı çıkmamız gerekiyor. Suriye’deki sivil direniş, dış müdahaleye, bölücülüğe ve her türlü şiddete karşıdır.”[3]
Sonuç
Arap Birliği’nin Suriye sorununun çözümü için sunduğu plana ilişkin belirsizliğini koruyan hususlar olduğu gibi son derece net hususlar da söz konusu.
Belirsiz hususlar
1- Arap Birliği’nin sorunun çözümü konusundaki samimiyeti, bağımsızlığı ve tarafları uzlaştırma gücü.
2- Suriye yönetiminin planı uygulama samimiyeti.
3- Şam’dan müzakere yapması istenen muhaliflerin kim olduğu.
4- Devrimden başka bir şeye razı olmayacağını ilan eden muhaliflerin Şam’la müzakere öngören Arap Birliği planı konusundaki samimiyeti.
5- Şam’ın hangi muhaliflerle müzakere edip anlaşmaya varması durumunda olayların yatışıp yatışmayacağı, Şam’la müzakere eden muhaliflerin, diğer muhaliflerce ve onların dış bağlantılarınca “hain” ilan edilip edilmeyeceği.
Net hususlar
1- Amerika’nın Arap Birliği planından sonra dahi Beşşar Esed’in çekilmesindeki ısrarı ve rejim karşıtlarına direniş çağrısı.[4]
2- Özgür Suriye Ordusu adlı silahlı grubun lideri Riyad Esed’e ev sahipliği yapan Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’deki rejim karşıtı eylemleri “Şanlı direniş”, ölenleri de “şehit” ilan etmesi.[5]
3- Rusya’nın Libya tecrübesinin Suriye’de tekrarına izin vermeyeceği konusundaki tutumu.[6]
4- Sahip olduğu halk desteğine ve Rusya ve Çin’in vetosuna güvenen Şam yönetiminin sorunu kendi kontrolünde yönetme kararlılığı,
5- Silahlı grupların eylemlerinin güvenlik eksenli politikaları gerekçelendirme konusunda Şam yönetiminin elini güçlendirmesi.
6- Arap Birliği’nin çözüm planının başarısının ABD ile onun Batılı ve bölgesel müttefiklerinin onayına bağlı olduğu.
Arap Birliği’nin Suriye konusundaki çözüm planına ilişkin gerek belirsiz gerekse de net olan hususlar, bunalımın Şam, muhalifler ve Arap Birliği çerçevesinde çözümünün imkansız olduğunu düşündürüyor.
O halde Arap Birliği neden başka bir ülkede değil de Suriye’de çözüm için girişimde bulunuyor ve neden Şam yönetimi Arap Birliği’nin planını kabul ediyor, ya da etmiş gözüküyor?
Çünkü 8 aylık isyan süresi içerisinde Suriye yönetiminin de devrimcilerin de kabiliyetleri ve potansiyelleri görüldü.
1- Suriyeli devrimcilerin Tunus ve Mısır’dakilerle kıyaslanmayacak ölçüde halk desteğinden yoksun olduğu görüldü.
2- Suriyeli devrimcilerin Libya’daki gibi rejimden kopan yetkililerce kurulmuş bir liderlik oluşturmayı, kurtarılmış bir bölgede silahlı direnişle rejimi sarsmayı başaramayacağı anlaşıldı.
3- Rusya ve Çin’in Suriye’yi de Libya gibi kaybetmek istemeyen tutumundan dolayı uluslar arası müdahale seçeneğinin başarı şansının olmadığı fark edildi.
Suriye için Tunus, Mısır ve Libya modellerinin uygulanmasını devre dışı bırakan bu şartlar altında Arap Birliği’nin girişiminin iki hedefinin olduğu söylenebilir:
1- Suriye’yi “iyi niyetli bir çözüm önerisine yapıcı tepki verip vermeme sınavına” tabi tutmak ve Şam’ın bu girişimi kabul etmemesi durumunda tıpkı Türkiye’nin yaptığı gibi çözümsüzlükten Beşşar Esed yönetimini sorumlu tutmak.
2- Suriye konusunda hem rejim hem de muhalifler nezdinde kabul gören bir hakem/hakim pozisyonu kazanarak bir sonraki aşamada tek etkili güç olmak.
Gözüken o ki Suriye yönetimi de Arap Birliği’nin planını işlevselliğinden dolayı değil, Arap Birliği’ne kendi aleyhine kullanmak üzere koz vermemek için kabul etti. (Ya da kabul eder gibi yaptı)
Çünkü Suriye konusundaki çözümsüzlük, Suriye’nin yönetim şeklinden, Şam’ın reform yapıp yapmamasından değil, ABD ve müttefiklerinin geniş bir halk desteğine sahip olan Beşşar Esed’e çekilmekten başka bir seçenek sunmamasından ve onların “muhalif” diye adlandırdığı kesimlerin de devrimden başka bir şeyi kabul etmemesinden kaynaklanıyor.
Bunu inandırıcı bulmayanlar Kral Abdullah bin Abdulaziz’e, Hamad bin İsa Ali Halife’ye, Hamad bin Halife Al-i Sani’ye, Kral Abdullah bin Hüseyin’e ve Ali Abdullah Salih’e çekilme çağrısı yapılmamasından, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Ürdün ve Yemen’in demokrasi, özgürlük, insan hakları cenneti olduğuna, bu ülkelerde hiçbir muhalifin bulunmadığına, Arap Birliği’nin de bu yüzden sadece Suriye için çözüm arayışına girdiğine inanabilir.
Alptekin Dursunoğlu - YDH
[1] http://www.yakindoguhaber.com/HD9460_samdan-abdye-terore-destek-suclamasi.html
[2] http://www.israhaber.com/suriye-muhalefeti-anlasmayi-nasil-karsiladi-13523-haberi.html
[3] http://www.israhaber.com/menna-suriyeye-bakista-ezber-bozmaya-devam-ediyor-13531-haberi.html
[4] http://www.ntvmsnbc.com/id/25295249/
[5]http://www.cihanhaber.com.tr/newsAction!captionNews;jsessionid=6744E416B9BD9EEF72BAF9CF6D611985?newsId=491035&categoryId=4
[6] http://www.yakindoguhaber.com/HD9448_suriye-ile-arap-birligi-muzakerelerinin-ayrintilari.html
07 Kasım 2011