“Sivil” kelimesini her söylev, yorum ve beyanın besmelesi yapan iktidarın ve onun etrafında toplaşmış muhafazakârların, epeydir, dışarıda Suriye meselesi, içeride ise PKK sorunu dolayısıyla kullandığı savaş dili ve seferberlik hali, sanıldığı gibi, durduk yerde bu sorunlarda hararetin yükselmesiyle değil, “yeni Türkiye”nin yeni doğasıyla ilgilidir.
Yapılan açıklamalar ve serdedilen politikalardan, Sünniliği Kemalizmin yerine geçirerek siyasi rejimin ideolojisini yeniden tarif ettiğini ve buna bağlı olarak da yeni bir ulus tanımı yaptığını çıkardığımız “Sünni Ankara”, senelerdir dile getirdiğimiz gibi, Osmanlı hegemonyasını güncellemeye ayarlı iç ve dış politika üslubuyla nasıl “sivil” kalabilirdi ki?
Muhafazakârların kullanmaya bayıldığı “yeni Türkiye” kavramının içinde muhafazakâr militarizmden başka bir şey yoktur!
Muhafazakâr iktidar ve onun sivil toplumunun kurmaya çabaladığı “yeni Türkiye”, Sünni Emevi-Abbasi sarayının (otomatiğe bağlı olarak da Osmanlı sarayının) kurduğu düzenin bütün özelliklerini taşıyor: Muhalefetin ilham kaynağı ve meşruiyet temeli Hz. Ali’nin itikadi/ideolojik sülalesinden (Ali taraftarlığı/Şiilik/Alevilik) ve onun yurtlarından (İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Yemen) hiç hazzetmiyor, hâkim fikriyata (atalardan miras gelenek/sünnet/sünnilik) aykırı düşüncelere hoş gözle bakmıyor, Peygamber’in sünnetine resmi bir tanım getirip resmi tarih yazarak bunun dışındaki Sünniliği de muharref ve mel’un sayıyor, egemen aile/kabile/ırk üstünlüğü teorisine dayanarak farklı milliyetleri (ağırlıklı olarak Kürtleri) çoğunlukla fiiliyatta, zaman zaman da teoride yok sayıyor, nicel ve nitel hâkimiyet alanını genişletme uğrunda Müslüman beldeleri dahi “fetih” alanı görüyor vesaire.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun kendi fikrinin doğruluğunu kanıtlama hırsıyla giriştiği macera, Erdoğan’ın siyasi gücünden destek aldığından beridir, Türkiye, Müslüman beldeleri “re-conquista” (yeniden fetih) alanları olarak görüyor. Müslüman beldeyi yeniden feşedebilmek için bulunmuş cin fikir de mesela Suriye’nin “Alevi devlet” ilan edilmesidir. Muhafazakâr medyada Suriye konusunun sürekli Alevilikle birlikte anılması, bu Müslüman beldeyi askeri hedef ilan edebilmek için sürdürülen yabancılaştırma/ötekileştirme ve her türlü muameleyi hakettiği hissini uyandırma operasyonudur. Suriye’de Alevi rejimin Sünnileri öldürdüğü kışkırtmasıyla hem Türkiye’deki Sünni çoğunluğun hamaseti kabartılmak isteniyor, hem de yeni Türkiye’nin ideolojisini Sünnilik olarak tanımlamanın psikolojik, sosyolojik ve siyasal aşamaları böylece katedilmiş oluyor.
“Sünni Ankara” tabiri ile, elinde güçlü bir siyasi iktidar tutan mevcut muhafazakâr sosyo-politiği ifade etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla burada meselenin Sünnilerle alakası yoktur. Varsa da tıpkı tarihte olduğu gibi, sarayın etrafında toplanmış, bu nedenle de yine saray tarafından “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olarak isimlendirilmiş, saraya muhalif olan ama Şii de olmayan Sünnileri ise sapkın ilan etmiş kalabalığın politik bağlılığını izah ediyordur.
İktidar, tarihsel örneklerini takip ederek “Kemalist Türkiye”yi taklitle Sünnilik ideolojisine dayalı yeni bir Türkiye kuruyor. Eskiden Kemalist Ankara’nın olduğu gibi “Sünni Ankara”nın da yeni bir resmi ideolojisi, yeni bir ulus tanımı, yeni (kolay, çabuk, avantacı) zengin sınıfı, yeni silahlı gücü vs. oluşuyor. Yeni Ankara, eskisinden çok daha fazla Batı sistemine çıpalı hareket ediyor. Üstelik eski Ankara, (1991-1998 arasındaki karanlık dönemi saymazsak) Batılıların Osmanlı’ya yaşattıkları parçalanma ve bölünmeden korunmak için Batı sistemi içinde olmaya değer atfettiği halde, yeni Sünni Ankara, Batı sistemi içindeki yerine stratejik derinlik kazandırıyor, Batı hegemonyası altında kendi bölgesel hâkimiyetini yaymanın teorilerini geliştiriyor.
Bu yüzden muhafazakâr sarayın “büyük Türkiye”si aslında sömürgecilerin bölgesel emeline amelelikten ibarettir. Bu haliyle de gayri meşrudur, gayri insanidir, gayri İslami’dir. Zaten bu nedenle ezici medya propagandasına muhtaçtır ve iktidara ilişik muhafazakâr medyanın ortak manşetleri ve ortak mahreçli haberleri de bu ihtiyacı karşılamak üzere seferberlik halindedir.
Suriye lideri Esed’in çarpıcı biçimde dile getirdiği gibi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Amerikalıların sözünü, muhafazakâr medyadaki müstahdemler de Davutoğlu'nun cümlelerini tekrarlıyor. “Yeni Türkiye” budur!
Suriye lideri Esed’in CHP’li heyete anlattığı herşey “yeni Türkiye”yi özetliyor. Ankara, Suriye’ye kriz çözecek barış önerilerini, değişim ve reform fikirlerini anlatmıyor, AB(D)’nin beklenti ve tehditlerini aktarıyor. Öyleyse Esed haklıdır: Suriye’de ABD sefiri var ve Suriyeliler Amerikalıların beklenti ve tehditlerini onlardan dinleyebilir. Ankara’ya ne oluyor?
“Yeni Ankara”nın ve onun etrafında toplaşmış muhafazakâr kalabalıkların Suriye, İran, Filistin ve Lübnan mevzularında Batılı güçlerden önce ve atak davranması, sadece tutum değiştirmekte güçlük çekecekleri mesafeye açılmalarına ve menzil dışına çıkmalarına yolaçabilir. Gerçi aylar önce ilan ettiğimiz gibi, ABD Suriye ile anlaştığı gün muhafazakâr iktidar ve onun sokaktaki milis gücü eski Baas muhibliğine dönüverir. Sahip oldukları ruh kıvraklığı bu yeteneği onlara bahşediyor. ABD ve Suriye uzlaştığında bir hoparlör/taşıyıcı ne yaparsa Türkiye’deki muhafazakâr iktidar ve bedeli mukabili ona sâdık kalabalıklar da onu yapacaktır: Çıkarılan yeni görev emrini tebellüğ edip hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edeceklerdir! Ama belki içlerinde yüzü tutmayacak olanlar bu sebeple yatıp kalkıp ABD-Suriye uzlaşması olmaması için dua ediyordur.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu böbürleniyor, Başbakan Erdoğan efeleniyor ama Suriye meselesinde ortadaki can yakıcı fotoğraf, Ankara’nın sıradan bir taşıyıcı rolüne heveslendiğini anlatıyor. Muhafazakâr/Sünni Ankara'nın üstlendiği ihale, sömürgecilerin, ülkeyi sömürgeleştirecek ve istilaya hazır hale getirecek “değişim” virüsüne taşıyıcı olmaktır. Oysa muhafazakâr Ankara, 2002’den bu yana kalıcı, yapısal, köklü hiçbir reformu gerçekleştirmemesine rağmen değişim esintisinden hiç nem kapmıyor, değişim virüsüyle enfekte olmuyor. Çünkü Sünni Ankara taşıyıcıdır, Suud sultanı ve diğer Arap saltanatları gibi. Malum, uluslararası toplum o sultanlardan da değişim, demokrasi ve milli iradeye saygı beklemiyor ve Ankara da, kendisi gibi değişmeyen, değişmeye istekli olmayan, sadece değişim patinajı yapan bu saltanatları üzmemeye özen gösteriyor. Suriye’ye reform yapmadığı için neredeyse askeri saldırı düzenleyecek denli gerilmiş Ankara, aynı reformlardan Suud sultanlığını, Bahreyn, Katar ve diğer saltanatları muaf tutuyor. Gözler önündeki bu gayri ahlaki hal ve gidişattan da hiç hicap duymuyor, ne Başbakan Erdoğan, ne onun hariciye veziri Davutoğlu!!
Türkiye’nin milli irade yararına değişmesiyle hiç ilgilenmeyen sömürgeci güçler, Sünni Ankara’nın Alevi Suriye’ye baskı yapmasından fazlasıyla hoşnut görünüyor. Muhtemelen Sünni Ankara’nın Şii İran’a ve Şii Irak’a da aynı tehditkâr dille basınç uygulaması, Şii/Sünni Lübnan ve Sünni Filistin’i de sömürgeciliğe karşı nöbetten caydıracak yollar bulması takvime bağlanmış olmalıdır. Bu zincirin tüm halkalarının daima birarada ele alındığının sayısız örneği var. Nitekim Başbakan Erdoğan, Suriye’ye silah ambargosunun Lübnan’ı da (yani İsrail’e karşı Hizbullah’ı da) hizaya getireceğini çok erken bir vakitte söyledi bile.
Bugüne kadar yabancı güçlere ayarlı, bağımlı ve sadık Suriye politikasını sokakta hayatını kaybeden insanların kanını şal yaparak örtmeye çalışmanın mümkün olmadığını herşeyin alenileştiği, niyet ve emellerin ifşa olduğu, gizli amaç ve ilişkilerin aşikar hale geldiği şimdi daha iyi anlıyoruz.
Suriye'de ilkesel davranıldığı, iç savaşta ölen isyancılara içlerin yandığı kabilinden laflar büyük sahtekârlığın kalp argümanlarıdır. İlkeli davranma hususunda hassaslaşmış bir yürek, eli varmasa da hiç olmazsa hissiyatıyla çağdaş müşriklerin Bahreyn'deki kıyım koalisyonuna bir çift laf etmez miydi?
Muhafazakâr iktidar, Suriye'de, sömürgeciliğin istilasından arta kalacak arsaları kapatmak için bu kez erken davranmak istiyor belli ki. Sünni Ankara'nın Suriye iç savaşının şiddetlenmesi için askeri destek hazırlığına başlaması, muhtemelen sömürgecilerin Baas rejiminin yolun sonuna geldiği istihbaratına dayanıyor. Ama Sünni Ankara bu cılız istihbarata güvenerek vaziyet planı yapacaksa ve Suriye'deki iç savaşta sömürgeciliğin tetikçiliğini üstlenecekse, hiç kuşkumuz olmasın, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarihe kanlı istilanın birinci derecede suç ortakları olarak kazınacaktır.
Bu sebeple Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bundan böyle sarfettiği her kelimeyi, attığı her adımı, açıkladığı her beyanatı mezkur kanlı istilanın geri sayımı olarak not edeceğiz. Şimdiden dile getirmeye başladığı “Suriye’de şehir şehir mezhep çatışmaları çıkabileceği” kehaneti eğer gerçek olursa, bunu, muhafazakâr Ankara’nın Suriye’ye karşı savaşının ilk bombardımanı sayacağız. “Şehir şehir mezhep çatışması”, muhafazakâr iktidarın dışpolitika mimarisini kuran aklın Suriye’nin başına sarmaya uğraştığı kara büyü olmalıdır. Günün birinde bu fenalık peydahlanırsa bu işin failinin doğrudan Ankara olduğundan kuşku duymayacağız.
Çünkü Türkiye’nin Suriye’de nicedir üzerinde çalıştığı, emir-komuta zinciriyle muhafazakâr-islamcı sokak gücünü tam zamanlı ve randımanlı kullandığı ajandaya göre Suriye'de ilk evre halkın ayaklanmasıydı, ama bu başarılamadı. İkinci aşamada silahlı çatışmalarla rejim krizinin tırmandırılması evresine geçildi, bu da tutmadı. Şimdi sırada mezhep çatışması var!
Hayatlarına ideolojik gerilim ve sonuçları hiç girmemiş Başbakan Erdoğan ve onun bakanı Davutoğlu'na, sömürgecilerden aldıkları güvenceye dayanıp güvenerek Suriye ile savaşmaya istekli olmamalarını öneririz. Muhafazakâr sarayın etrafında toplaşmanın yüzü suyu hürmetine bedavaya gelmiş refahın tadını çıkaran muhafazakârlara da Suriye savaşını önermeyiz.
Sünni Ankara ve onun sivil toplumu tedrici olarak İran konusuna da gelecektir. Konuyla ilgili psikolojik harekâtın ağını, muhafazakâr kalabalıkların zihnini yönlendiren hipnoz uzmanı lobiciler ilmek ilmek örüyorlar. Epeydir dondurucuda bekletilen propaganda malzemesi olarak İran’ın PKK ile ittifak yaptığı yalanı, Suriye meselesine iliştirilerek mutlaka kamuoyunun gündemine sokulacaktır. Meselenin aslının “PKK-İran ittifakı” olmadığını muhafazakâr Ankara da, onun medyatik propaganda mekanizması da gayet iyi biliyor. Ama adı üstünde, bu bir psikolojik harekâttır ve böyle harekâtlar, memleketin rejimi Kemalist ideolojiye de dayansa, Sünnilik ideolojisine de dayansa aynı dil, üslup, yöntem ve araçlarla yapılır.
Uzak olmayan bir gelecekte bize “PKK-İran ittifakı” başlığı altında yeni bir gerilim, çatışma ve belki de savaş dilinin gerekçesi olarak takdim edilecek olan meselenin aslı esası, Ankara’nın bütün Kürt sorunlarıyla (Suriye, İran, Irak, Türkiye) temasını kaybetmiş olmasıdır. Zaten halihazırda muhafazakâr Ankara'nın propaganda dilinden Kürt sorunlarının hangi mecrada seyir halinde olduğunu ve nereye gittiğini çıkarabiliyoruz.
Muhafazakâr Ankara'nın medyatik propaganda makinesinde dolaşıma girmeyi bekleyen “PKK-İran ittifakı”nın tercümesi, Türkiye'nin, kendi stratejik derinliğini genişletip büyütmek için Kürt sorununu kullanma siyasetinin iflas etmiş olduğudur.
İster PKK çevresindeki laik Kürtler olsun, ister dindar Kürtler, tıpkı eski Türkiye’de olduğu gibi yeni Türkiye’de ve muhafazakâr iktidar zamanlarında da kendileri için kavim gerçekliğine dayalı bir geleceğin olmayacağını gördüler. Öyleyse Irak, Suriye ve İran Kürtlerini takip ederek, kendilerinin ait olduğu iklimin, kısıtlarla dolu ve müzakereye kapalı Türkiye’deki politik zemin değil, Beynennehreyn/Mezopotamya kültür ve medeniyet havzası olduğunu teyit eden düşüncelere yönelmeleri sürpriz olmayacaktır. Şu halde Kürt meseleleri, bir anlamda, Kürtlerin Türkiye'nin mi yoksa İran'ın mı nitelikli büyümesine destek olacaklarıyla da ilgilidir.
Özal’dan beri Kürt sorunu Türkiye’nin büyümesiyle ilişkilendirilerek Kemalist rejimin onayı alınıyordu. Erdoğan da aynı politikayı sürdürdü. Fakat Ankara’nın bir türlü başaramadığı, Kürt sorunlarını (Türkiye, Suriye, Irak, İran) kendi büyümesine destek vermeye ikna etmekti. Ankara'nın, Kürt sorunlarını Türkiye’nin nitel büyümesine katılmaya ikna edememesinin bir nedeni Kürtlerin Anatolyan değil Aryan kavim olmasıysa, ikincisi de Kürt sorunlarının Emevi-Abbasi ırkçılığından miras Osmanlı siyasal kültürünün varisi Ankara ile değil, kavimler cenneti ve tüm kavimlerin kendisini evsahibi hissettiği Tahran’la daha rahat konuşuyor olmasıdır. Türkiye, Kürt illerinin coğrafi adı “Kürdistan”ı bile kabul edemezken Irak, Suriye ve İran Kürdistanlarına doğru nasıl genişleyebilir?
Buna karşılık İran; tarih, dil, kültür ve medeniyet müşterekleriyle kendi Kürdistan’ını Kürdistanlara doğru kolayca genleşebilecek tarihsel, itikadi/ideolojik ve entelektüel kapasiteye sahiptir. Bu nedenle İran’ın kültürel haritası doğallıkla genleşebiliyor, eski kültür sınırlarına kolaylıkla ulaşabiliyor. Fakat Türkiye bu imkândan tamamen mahrumdur. Muhafazakâr Ankara’nın dışpolitika aklı, bu mahrumiyetini siyasi ve askeri zorlamayla gidermeye çalıştıkça muhtelif krizlere neden oluyor; genleşmeyi genişlemeye dönüştürdüğünde ve üstelik bunu da kendi yerli ve yerel dinamikleriyle yapamayıp küresel hegemoninin çatısı altında kimi zorlamalara giriştiğinde Kürt sorunlarıyla yaşadığı karşılaşmalar nahoş tezahürlerle tecelli edebiliyor.
Mevcut verili durumu değerlendirdiğimizde iddiamız odur ki, bağımsız Kürdistan’ı kurmak yerine Kürdistanları İran’ın kültür coğrafyasının sınırlarını genleştirerek birleştirmenin tüm Kürt sorunlarına daha ikna edici geldiği günlere doğru ilerliyoruz. “Kürdistan” için tek seçeneğin “laik ulus devlet”ten geçtiğini düşünen tek Kürt sorunu, Türk ulus devletinin terbiyesinden geçmiş PKK'nınkidir. PKK'nın Kürt sorunu, Avrupa'nın ırkçılık terbiyesinden geçmiş siyonistlerin Yahudi sorunu gibidir. O tecrübenin yıkıcı sonucu İsrail’dir. Suriye, İran ve Irak'ın Kürt sorunlarının bu bâriz gerçeğin farkında olduğunu görebiliyoruz. “Kürdistan” olabilmek için tek seçenek Türkiye'ninkine benzer laik ulus devlet
olmak değildir. Türkiye’nin önerdiği model, muhafazakârlaştırılmış haliyle eski Türkiye’nin aynısıdır. Galiba muhafazakâr Ankara ve onun tüm dünyanın kendisine hayran olduğunu sanan Dışişleri Bakanı bu yüzden Kürtlerle ipi kopardı.
İçerde PKK (aslında Kürt) sorunu, dışarıda Suriye meselesiyle inşaatı devam eden muhafazakâr militarizm, zaten bir süredir dillerden düşmeyen “önce güvenlik, sonra hak ve özgürlükler” söylemini yeni Türkiye’nin doktrini yaparak yoluna devam edecek gibi gözüküyor. Nitekim uzunca bir süredir Ergenekon soruşturmasıyla bu fikriyatın antremanı yapılıyordu ve Gülenciliğin başını çektiği muhafazakâr iktidarın bileşenleri, Ergenekon’u, reformları erteleyen ve öteleyen haklı gerekçe olarak kullanıp duruyorlardı. Kemalist Türkiye’nin hiç bitmeyen “cumhuriyet devrimi” süreci, muhafazakâr/Sünni Türkiye’de Ergenekon, Suriye, PKK ve listede anılmak için sırasını bekleyen başka konularla yer değiştirmiştir.
“Yeni Türkiye” masalı, becayiş öykülerinden oluşuyor. Militarizmin muhafazakârlaşması da o öykülerden sadece bir tanesi!