Zeynebiye - Ehlibeyt Dünyasının Gündemi | Türkiye Caferileri

Suriye'deki Olaylara Lübnan'dan Bakmak

Dünya Bülteni'nden İsmail Duman'ın Lübnan'ın çeşitli kesimleriyle yaptığı mülakatlar neticesinde Suriye olaylarını yansıttığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz: 

08 Temmuz 2011
Suriye'deki Olaylara Lübnan'dan Bakmak

Suriye'deki gelişmeler sonuçları tahmin edilmesi zor süreçlere doğru evrilirken, Türkiye'de estirilen 'tepki' rüzgârının, kendinden 'emin' adımlar eşliğinde, mazlumlarla dayanışma kulvarını 'meşru' bir zemin olarak kullandığını gözlemliyoruz. Öyle ki oluşturulan kamuoyunun, medya organlarının 'şakşakları' ile bu derece paralellik gösterdiği bir diğer olaydan bahsetmek pek mümkün olmasa gerek.

Daha garip olan ise, İslami hassasiyetleri ile tanıdığımız kişi, grup veya medya organlarının ağız birliği yapmışçasına dillendirdikleri söylemler, artık sağlaması yapılmayacak kadar 'inanılarak' söyleniyor. Suriye konusunda tavır değişikliğine giden Türk Dış Politikası'nın kodlarını sorgulamak yerine, "doğru yol"u buldukları temenni ve beklentisi ile hükümeti alkışlayanlar, her nedense bu tavır değişikliğini selama duran Amerikan gazetelerinin sürmanşet ve analizlerini alıntılamayı hiç mi hiç yadırgamıyorlar.

Ortadoğu üzerine söylenecek en ufacık bir cümle; dünya siyaset tarihini, Ortadoğu siyasetini ve başta Amerika olmak üzere küresel güç odaklarının ajandalarını doğru okuyabilmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu tür okumalar yapılmaksızın, temenniler üzerine bina edilen söylemler, her türlü duygusallığın ve manipülasyonun kurbanı olmaya mahkûmdur. Nitekim son Arap Baharı(!) süreci ile gördüğümüz tablolar pek de farklı değildi.

Arap coğrafyalarındaki ayaklanmalar ile bozulmaya başlayan ezberlerimiz, Suriye halkının bu sürece dâhil olması neticesinde paramparça oldu. Yaşadığımız bu zihin sarsıntısının temelinde, gerek teorik gerekse de pratik manada siyasal gündem ve tarih okumalarımızın zayıf olmasının neden olduğu açmazların bulunduğunu söylemenin doğru olduğuna inanmakla birlikte, pek de tatmin edici olmadığının farkındayız. Bu sebeple, Suriye'ye, Amerika ve İsrail'i cephe ve istihbarat savaşları üzerinden tanıyan; gazeteler veya analiz yazıları üzerinden değil de doğrudan onlarla muhatap olan Müslümanların yaşadığı coğrafyadan, Lübnan'dan bakmak istedik. Zira düşündük ki, bizlerin okuma biçimine üretilecek alternatif okuma biçimleri de en az bizimki kadar kendisini tutarlı görecektir. Dolayısıyla, biraz daha sahadan konuşmanın ahlaki olacağına inandık.

Suriye sürecinin ezber bozmasının temel sebebi, içeride halkın ayaklanması söz konusu iken bölgede direnişe verdikleri destek ile tanınan İran ve Hizbullah'ın(aslına bakarsanız Hamas ve İslami Cihad'ın açıklamaları da birebir bu yöndedir), Suriye'deki ayaklanmaların sonuçları itibariyle küresel direniş hattına zarar vereceği gerekçesiyle Suriye rejiminin yanında yer almasıdır.

Buradaki temel ayrışma noktası, İran'ın ve Hizbullah'ın var olan katliamlara rağmen kendi çıkarlarını(maslahatı) düşünerek, zulme sessiz kaldığı argümanı etrafında temellendi. Acaba bu gerçekten böyle miydi peki? İşte bu soruyu sormayı pek fazla beceremedik; sorduysak da cevabını arama yöntemimiz pek sağlıklı değildi çoğu zaman.

"Ne olursa olsun zalime karşı; ne olursa olsun mazlumun yanında" argümanını, toplumsal fıkhın bir parçası olarak gözeterek, çabuk yargılamalara gitmenin dayanılmaz lezzetine vardık belki de. Hatta ve hatta hiçbir zaman Suriye'deki olaylar ile ilgili olumsuz beyanatlarda bulunan kişi, grup veya ülkelerin gerçekten neden böyle düşündüklerini araştırma/sorma ahlakililiğini bile gösteremedik.

LÜBNAN'DAN SURİYE FOTOĞRAFI ÇEKMEK

İşte bu yazımızda, yaklaşık iki hafta önce Lübnan'a yaptığımız ziyaretimizde görüştüğümüz çeşitli grupların(Şii ve Sünni) Suriye'ye bakış açılarını irdelemeye çalışacak ve olayın o coğrafyadan nasıl göründüğünü resmetmeye gayret göstereceğiz.

Öncelikle lafın sonunda söylenecek şeyi başında söyleyerek işe başlamak istiyoruz: Lübnan'daki itidalli Şii ve Sünni grupların hepsi, ufak farklılıklar olmakla birlikte, Suriye'deki olayların sonuçları itibariyle Amerika ve İsrail'e yarayacağı görüşündeler ve bu sebeple Müslümanların uyanık davranarak, olayların iç boyutlarını görmeleri gerektiğinde hemfikirler.

Şimdi gelelim ayrıntılara...

FİLİSTİN MÜLTECİ KAMPI'NDAN SURİYE NASIL GÖRÜNÜYOR?

Lübnan ziyaretimiz esnasında Filistin Mülteci Kampı Burc'ul Beracine'de kalma imkânı bulduğumuz için, Suriye konusunda en fazla Filistin İslami Cihad Hareketi ile konuşma imkânı yakaladık. Bölgede ciddi bir ağırlığı olan İslami Cihad Hareketi'nin önde gelen bölge sorumluları, Suriye'de insanlara karşı bir zulüm olduğunun altını çizdikten sonra ekliyorlar: "Bununla birlikte, bölgedeki olası rejim değişikliği, bizleri kesinlikle etkileyecek ve direnişin gücünü ciddi anlamda zayıflatacaktır". Esed rejiminin devrilmesi durumunda, yerine gelecek hükümetin Filistinlilere destek sağlayıp sağlamayacağı sorusunu cevaplarken ise, Amerika'nın bölgedeki rejim değişikliğine kayıtsız kalmayacağını ve Suriye üzerinden sağlanan lojistik desteğin engellenmesi için elinden geleni yapacağını vurguluyorlar. Diğer yandan, Suriye'den sağlanan lojistik desteğin kesilmesi durumunda direnişin bitip bitmeyeceği sorusunu ise şöyle cevaplandırıyorlar: "Tabii ki direniş bitmez; ama gücü son derece zayıflayacaktır. Çünkü İran hattı üzerinden sağlanan destek bizleri ciddi anlamda ayakta tutmaktadır."

Bu konuda, Sur kentinde bulunan El-Bass Mülteci Kampı'na yaptığımız ziyaret esnasında görüştüğümüz İslami Direniş Hareketi Hamas mensubu bir görevlinin fikirlerine başvurduğumuzda ise, kendisi "biz Suriye'de misafiriz; oranın iç işlerine karışamayız" yorumunda bulundu.

Soru şu: Filistinliler kendi geleceklerini ve direnişlerini düşünürken, neden Suriye'deki insanların tıpkı kendileri gibi çektikleri sıkıntıları düşünmüyorlar?

Filistinliler, Suriye'de insanların katledilmesinden duydukları rahatsızlıkları dile getiriyorlar. Bununla birlikte, şunu doğru gözlemleyebilmeliyiz ki, dünya politik düzeni, ciddi bir evrilmeden geçerek "liberalizm"i, tüm ideoloji ve hareketler için afyon olarak sunuyor. Bu tablonun içerisinde insanların adalet duygularını tetikleyecek "küresel direniş"e asla ve asla yer yok. Dolayısıyla, küresel direnişin sembolü olan Filistin direnişini cepheden masaya çekmek suretiyle rahat bir lokma haline getirme planları kuran Amerika ve İsrail için Suriye'nin tarif edilemez bir önemi var. Diyebilirsiniz ki, Suriye'deki direniş değil midir; an itibariyle öyledir, ama sonuçları itibariyle hiçbir küresel güç bu pastadan pay almayı göz ardı etmeyecektir. Bu sebeple, Filistin direnişini farklı kulvarlara çekmek için yapılacak hamleler, basit ve sıradan hamleler değildir. Nitekim bunu Filistinlilerin bizzat kendileri de dillendiriyorlar. Hamas-El Fetih görüşmesinin Türkiye'de yapılması olayını, Amerika'nın Taliban ile masaya oturma çabalarını, Irak'ta yapılan pazarlıkları, bu bağlamdan ayrı düşünmek konuya yabancı kalmak olacaktır.

Gelelim diğer görüşmelerimize...

HİZBULLAH, NEDEN SURİYE'DEKİ AYAKLANMALARDAN ENDİŞELİ?

İkinci görüşmemizi Lübnan Hizbullah Hareketi'nin Siyasi Bürosunda Esirler Birimi'nden Sorumlu Hadi Ahmed ile gerçekleştirdik.

Türkiye kamuoyunda Hizbullah'a getirilen en önemli eleştirilerden bir tanesi, Esed'e sınırsız destek verdikleri ve oradaki insanların haklarını görmezden geldikleri yönünde idi. Görüşmemiz esnasında, böyle bir tablo ile karşılaşmadık. Hadi Ahmed de Suriye'deki insanların özgürlük ve insanca yaşama talebinde bulunmalarının, tabii hakları olduğunu belirtti. Fakat, "evleviyet" konusunun önemli olduğunu ve neleri önceleyeceğimizi iyi belirlememiz gerektiğini de hatırlattı.

Esed rejimine yaptıkları reform çağrılarına 2009'daki İran seçimlerinin ardından başladıklarının altını çizen Ahmed, hali hazırda da İran ve Hizbullah'ın reformlar konusunda sürekli Suriye rejimi ile irtibat halinde olduğunu; ancak bu işin bir anda gerçekleşmesinin pek mümkün olmadığını belirtti. Bölgedeki halkı manipüle etme noktasında Amerika'nın birtakım yollara başvurduğunu anlatan Hadi Ahmed, Suriye üzerinden bölgede mezhepsel bir çatışmanın körüklendiğini vurguladı. Bu çatışmanın ise, şu anda Türkiye ve İran üzerinden planlandığını ifade etti. Dolayısıyla, odak noktalarının göz ardı edilmesinin, bölgede içinden çıkılmaz sonuçlar üreteceğini hatırlattı.

Hizbullah'ın veya İran'ın bölgede Şii reflekslerle hareket ettiği eleştirisine ise anlamlı bir örnek ile cevap verdi: "2003 yılında, Amerika'nın Irak'a gireceği konuşulurken, Seyyid Hasan Nasrallah, Iraklı Şiilere 'Ne yapıp edin, gidin Saddam ile masaya oturun; yeter ki Amerika'nın bölgeye gelmesine izin vermeyin' dedi. Hepimiz biliyoruz ki Saddam, Irak'taki Şiilerin katilidir. Kısacası Seyyid, Şiilere 'Gidin katilinizle masaya oturup, anlaşmaya varın' dedi. Peki, o zaman söyler misiniz bana, bunun neresinde Şii refleksi? Eğer ki biz Şii refleksiyle hareket etseydik Şiilere şunu dememiz lazımdı: 'Amerika'ya yardım edin, zaten o bölgede çoğunluksunuz, iktidarda nihayetinde size kalacak'. Ama, Seyyid Hasan, Amerika'nın bölgeye gelmesinin ne demek olduğunu bildiği için Şiilere böyle bir çağrı yapmıştı. Dolayısıyla, bu iş, Şii-Sünni ayrımı üzerine değil; Amerika ve İsrail karşıtı olup olmama üzerine temelleniyor."

Duru bir akıl ile baktığımızda, gerçekten bu açıklama, Suriye mevzuunda da mezhepsel bir taassuptan öte, sonuçlarının Amerika ve İsrail'e yarayıp yaramayacağı üzerinden bir politika üretildiğini bizlere gösteriyor.

Bu bakış açısı üzerinden 'önceliklere' odaklanmayı önemseyen Hizbullah Hareketi, resmin tek bir parçasına değil de bütününe bakmayı tercih ettiğini söylüyor. Konuyla ilgili olarak, "ayağı kırılmış bir kimse ile bağırsakları dışarı çıkmış bir kimsenin bir olmadığı" örneğini veren Hadi Ahmed, diğer bir örnek olarak da "bir topluluğun önünde duran bir çocuğun ölmesi karşılığında, geri kalan o topluluğun kurtulması söz konusu ise, tüm topluluğun kurban edilemeyeceğini" aktarıyor. Aslında verdiği bu örneğin fıkıhta geçen "doğum yapacak bir annenin, çocuğunu doğurması sonucu kendisinin büyük ihtimal ile öleceği biliniyorsa, önce o annenin sağlığı gelir" maddesinin farklı bir tezahürü olduğunu görüyoruz.

Tüm bu konuşmaların sonunda, kendisine "Esed'e ne kadar güvendiklerini ve kendilerini yarı yolda bırakma ihtimalinin ne olduğunu" sorduğumuzda, Beşşar Esed'in Filistin direnişini temel bir rükün olarak gördüğünü ve daha önce yaşadıkları birçok tecrübede kendilerini yarı yolda bırakabilecekken bırakmadığını, bu sebeple güvendiklerini ifade etti.

FADLALLAH EKİBİNİN BAKIŞ AÇISI

Yine bu görüşmede aldığımız cevaplarla büyük ölçüde örtüşen cevaplar serisini, Lübnanlı merhum Şii âlim Muhammed Hüseyin Fadlallah'ın yeğeni Hüseyin Fadlallah'tan(kendisi Fadlallah ekibinin iletişim müdürü-sorumlusu) aldık. O da Üstad Fadlallah'ın görüşlerine atıfta bulunarak Şii-Sünni mevzuunun nasıl hortlatılmaya çalışıldığının altını çizerken, Suriye'deki olayların Amerika ve İsrail tarafından kendi çıkarlarına göre yönlendirildiği uyarısında bulunuyor.

KUDÜS MÜESSESESİ VE HÜSAM EL-ĞALİ İLE UZUN BİR GECE

Açıkçası, hem Hadi Ahmed'in hem de Hüseyin Fadlallah'ın dikkat çektiği "Şii-Sünni" hassasiyetinin ne denli önemli olduğunu, merkezi Lübnan'da bulunan ve Yusuf el-Karadavi'ye yakınlığı ile bilinen 'Kudüs Müessesi'nin genel müdürü olan Hüsâm Ömer el-Ğâli ile yaptığımız görüşme esnasında daha iyi kavramış olduk. Bir geceliğine Üstad Ğali'nin evinde misafir olma şerefine nail olurken, misafirperverliği noktasında da hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Ancak, kendisi ile gecenin ilerleyen saatlerinde ve bir sonraki sabahın erken saatlerinde yaptığımız görüşmeler, ciddi bir hayal kırıklığı yaşamamıza sebep oldu.

Şunu baştan söylemeliyiz ki, Hüsam el-Ğali, Suriye konusunda Lübnan'da görüştüğümüz kişiler içerisinde "Suriye'deki rejimin yıkılmasından taraf olduğunu söyleyen" ilk ve tek kişi olarak kayda geçti. Arap Baharı'nı pembe tablolar eşliğinde ele alan el-Ğali, Suriye mevzuunda da her şeyin hallolup 'devrim(!)'in gerçekleşeceği kanısında. Konuşmamızın ilerleyen safhalarında, Hizbullah ve Şiiler ile ilgili negatif görüşlerini bizlerle paylaşmaya başladıkça, Şii-Sünni mevzuunun ne kadar hassas olduğunu bir kez daha anladık. Kendisinin görüşlerine katılmadığımızı belirtmekle birlikte,"Türkiye'nin öncülüğünde İslam ülkelerinde yeni bir uyanış" argümanının bizlere çok da yabancı gelmediğini hatırlatmak isteriz. Nitekim, son süreçte Ortadoğu'da oluşturulmaya çalışılan "Şii İran'a karşı Sünni Türkiye modeli"nin halklar nezdinde karşılık bulduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Hatta bu durum, kimi zaman mezhebi taassuplarını aşmış kimselerin eliyle de farkında olmaksızın alevlendirilebiliyor. Bu husus apayrı bir yazı konusu olduğu için, şimdilik ayrıntılarına girmiyoruz.

Üstad el-Ğali'nin Türkiye modellemesi karşılığında "İran-Hizbullah ve Şiilere" cephe alması mevzuunun oluşturduğu/oluşturacağı sıkıntıları, farklı bir örnek üzerinden tecrübe ettik. Konuşmamız esnasında Lübnan'ın önde gelen Sünni âlimlerinden merhum Üstad Feşi Yeken'in ekibinin neler yaptığını sorduğumuzda, üstadın aslında Cemaat-i İslami Hareketi ile ilişkili olduğunu söylemesi üzerine; daha önceden okuduğumuz ve orada yaptığımız diğer konuşmalardan da bildiğimiz İslami Amel Cephesi'ni sorduk kendisine. Zira bizde var olan bilgiye göre Üstad Feşi Yeken, Cemaat-i İslami ile olan ilişkilerini minimize etmiş ve İslami Amel Cephesi'ni kurmuştu. Hüsam El-Ğali, Feşi Yeken'in ömrü vefa etmesi durumunda Cemaat-i İslami'ye geri döneceğini aktarması, sonradan öğrendiğimiz üzere, aslında kendisinin temennisiydi. Bu örneği vermemizin sebebi ise, Hüsam el-Ğali'nin, Feşi Yeken'in sonradan kurduğu İslami Amel Cephesi'nde "İmam Humeyni'nin kitaplarını okutuyorlar" gerekçesiyle duyduğu rahatsızlıktan kaynaklanan yanlış bilgilendirmenin arka planında, son zamanlarda temellendirilmeye çalışılan Türkiye öncülüğündeki(Haliç ülkeleri destekli) Sünni bloklaşmanın etkisinin yattığını ifade etmek içindir.

FİLİSTİNLİ EBU ÖMER'İN TÜRKİYE OKUMASI

Bu tehlikeye Filistinli Ebu Ömer'in dilinden cevap vermek daha doğru olacaktır belki de. Kendisi, Hizbullah'ın kontrolü altında faaliyet gösteren ve tüm çalışanları Sünni olan Filistin Şehidleri Müessesesi'nde görevli... Bulunduğumuz tarihlerde henüz Türkiye'deki genel seçimler yeni sonuçlanmıştı ve Ebu Ömer'in seçimler ile ilgili yorumları dikkate alınmaya değerdi: "Türkiye bölgede rol model kılınarak, aslında direnişin etkisi kırılmaya çalışılıyor. Bizler onca sıkıntı çekerken, Şii İran yanımızdaydı; fakat Sünni Mısır sınır kapılarını kapatmakla meşguldü. Hakeza Suud rejimi, direnişin engellenmesi için her türlü zorluğu önümüze koydu. Ve bugün de sanki bunların hiçbiri olmamış gibi; Türkiye üzerinden oluşturulan modelleme ile İran'ın aslında Şii olduğu ve bölgeyi Şiileştirmeye çalıştığı yalanları ortaya atılıyor. Bizler bu müessese de çalışanlar olarak, hepimiz Sünni'yiz. Eğer ki bu yardımların ve bu duruşun, bizleri Şiileştirmek için yapıldığını hissetseydik, zaten burada olmazdık. Dolayısıyla, bu fitne sürekli ama sürekli kaşınıyor. Hâlbuki meselemiz, Şii- Sünni meselesi değil, sömürgecilerin yanında yer alıp almama, onların oyunlarını fark edip fark etmeme meselesidir. Suriye meselesi de bize göre bu şekilde okunmalıdır. Zira Suriye mevzuunda sadece Hizbullah böyle düşünmüyor; birçok Sünni grup da bu duruşun mezhepsel kaygılardan kaynaklanmadığını bilerek, Hizbullah'ın yanında yer alıyor. Üstad Feşi Yeken'in İslami Amel Cephesi, merhum Üstad Said Şaban'ın oğlu Bilal Şaban önderliğindeki Tevhid Hareketi, Üstad Mahir Hammud ve onun gibi önde gelen birçok Sünni âlim/önder..."

"İSLAMİ AMEL CEPHESİ" ÜZERİNDEN SÜNNİ BAKIŞ AÇISI

Son olarak, vefatından önce Üstad Feşi Yeken'in liderliğini yaptığı İslami Amel Cephesi'ne gerçekleştirdiğimiz ziyaretten bahsetmek istiyoruz. İslami Amel Cephesi'ndeki görüşmemizde, Genel Mürşid Hasan Dimyati, İletişim Sorumlusu Ahmed Nabulsi(kendisi aynı zamanda Feşi Yeken'in öğrencisidir) ve İdari İşler Sorumlusu Şeyh Velid Alemi gibi önde gelen sorumlular hazır bulundular.

Verimli bir fikir alışverişinin olduğunu düşündüğümüz bu görüşmede, Hüsam El-Ğali ile yaptığımız görüşmeden kafamıza takılan soruları yönelttik Hasan Dimyati'ye ve Ahmed Nabulsi'ye. Neticede Üstad Feşi Yeken'in Cemaat-i İslami'den ayrılış sebebinin, son yıllarda Cemaat-i İslami içerisinde Suud rejim dilini kullanan bazı kimselerin türemesinden ve bu durumun Hizbullah-İsrail arasındaki 2006 Temmuz Savaşı'nda doruğa çıkmasından kaynaklandığını; hatta Cemaat-i İslami içerisindeki bazı kimselerin Hariri propagandası yapacak kadar direnişin karşısında yer almaya başlamalarının bu işin ilk kıvılcımı olduğunu öğrenmiş olduk. Üstadın hiçbir zaman Cemaat-i İslami ile ilişkilerini kesmediğini belirten Dimyati, bakış açısı olarak ise her zaman için Sünniler ile Şiiler arasındaki vahdeti öncelediğini aktardı. Mezhepsel çatışmaların merkezinde Siyonist İsrail'in olduğu vurgusunu ısrarla yapan Hasan Dimyati, "bizlerin Şii kardeşlerimizle birtakım ihtilaflarımız var; ama bunlar zenginliktir. Yoksa asla çatışmaya dönüşecek ihtilaflarımız yoktur. Bugün gündeme gelen sıkıntılar, Amerika ve İsrail'in tetiklediği fitnelerdir. Üstad Feşi Yeken de her zaman için bu kucaklayıcı dile sahipti ve bizlere de bunu öğretti" açıklamasında bulundu.

Hasan Dimyati, Suriye ile ilgili sorumuza ise şu yanıtı verdi: "Biz Suriye ile halk ve yönetim olarak beraberiz. Dünya müstekbirlerine karşı Suriye Hükümeti ile yakınlığa sahibiz. Bugün ise Suriye'de yaşanan meselelerin ilk hedefi direnişi bloke etmektir. Tabii ki bu, Suriye halkının taleplerini görmemizi göz ardı etmez. Ancak hiçbir durumda, Beşşar Esed'i, Hüsnü Mübarek ve Zeynelabidin bin Ali ile karşılaştıramayız. Dediğimiz gibi, bugün Suriye sokaklarında olanlar bizleri endişelendirmektedir; çünkü orası Şam-ı Şeriftir. Allah'tan temennimiz bu kargaşanın bir an önce sona ermesidir. Ama bu sürecin direnişi bloke etme amacı üzerinden oluştuğunu da hesaba katmalı ve ona göre dikkatli adım atmalıyız".

Feşi Yeken'in bizzat öğrenciliğini yapmış Ahmed Nabulsi'nin örneklemeleri ise daha enteresandı. Lübnan'daki direnişin Şii ve Sünni olarak ayrılmadığını ifade eden Nabulsi, zamanında Sayda kentinde gerçekleşen Sünni direnişine vurgu yaparken, kendisinin de 2006 Savaşı'nda cephede yer aldığını aktardı. Bunun ise "Şii-Sünni diye bir ayrım olmadığı; ayrılıkların siyasi duruşlardan kaynaklandığı" anlamına geldiğini ifade etti. Osmanlı'ya ve 2. Abdulhamid'e olan hayranlığı ile dikkatimizi çeken Nabulsi, 2. Abdulhamid'in Safevi Devleti ile yaptığı anlaşmanın doğru okunması gerektiğinin ve nedenlerinin günümüze uyarlanması gerektiğinin altını çizdi. Suriye konusunun da bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini söyleyen Nabulsi, Üstad Feşi Yeken'in 1983 yılında Suriye zindanlarında gördüğü işkencelerin ardından, Hafız Esed ile tekrar masaya oturarak ittifak kurmasının nedenlerinin iyi anlaşılması gerektiğini sözlerine ekledi. Feşi Yeken'in Müslümanların gelecek süreçlerdeki kazanımlarını düşünerek kendisine işkence yapanlarla aynı masaya oturduğunu hatırlatan Ahmed Nabulsi, "maslahat"ın önemli bir kavram olduğunu ve bugün Suriye olaylarına bakarken de bu kavramın doğru gözetilmesi gerektiğini belirtti.

SONUÇ

Suriye mevzuuna Lübnan cephesinden baktığımızda, durumun pek de Türkiye'den okunduğu gibi olmadığını gözlemliyoruz aslında. Olayların başladığı ilk günlerde, dillendirmemekle birlikte bilinçlerimizin altından sızdığını gözlemlediğimiz mezhepsel reflekslerimiz, şimdilerde Türkiye kamuoyunda öyle enteresan bir hale büründü ki Amerika'yı ve NATO'yu Suriye topraklarına müdahale için çağırmak neredeyse gurur verici bir hal alacak.

Müslüman kitleler bugünlerde iki farklı siyaset okuma tarzına sahipler: İlki, o anı ve o mekânı konu edinen lokal okumalar ki bu okuma şekline göre, Suriye'de var olan zulüm ve baskıların ne şekilde ve kimin eliyle bitmesi pek de önemli değil. İkinci okuma şekli ise, resmin bütününe bakarak, üç-beş adım sonrasını gözeterek yapılan okumadır ki bugün bu okuma şekline getirilen en önemli eleştiri, kendi menfaatleri adına birilerinin ölen insanları görmezden geldiği hususundadır.

Bizlerin Lübnan'da karşılaştığımız ağırlıklı okuma biçimi, bahsi geçen ikinci okuma şekli üzeredir. Zira Lübnan'da görüştüğümüz gruplar, Amerika ve İsrail ile sahada karşılaştıkları için, yaşanan olaylar açısından sonraki adımları görebilme noktasında, daha basiretli davranma potansiyeline sahipler. Yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı üzere, bu durum, Türkiye'de dillendirildiği üzere, mezhepsel, grupsal tercihler üzerinden değil; siyasi ufuklar üzerinden hayat buluyor. Dolayısıyla, Lübnan'a kulak vermek, Suriye'ye nasıl ses vereceğimizin kılavuzu olabilir. Bu okuma şeklini reel-politik kavramı ile açıklamaya çalışanlar, "maslahat" kavramını veya sonraki adımları düşünmeyi, uluslar arası politikanın bir gereği olarak düşünmektedirler. Çok basit bir mantık geliştirerek şunu söyleyebiliriz ki, reel-politik üzerine bina edilen bir siyaset algısı, tıpkı Türkiye örneğinde olduğu gibi, son haddede Amerika, İsrail, NATO gibi küresel güç odakları ile işbirliği yapmayı veya onlarla anlaşmayı gerekli kılar. Aksi takdirde, bu oyun sahnesinde kendi oyun kurallarınızla oynama girişiminde bulunduğunuz için cezalandırılırsınız.

Suriye mevzuunda "maslahat"ı ve "direnişin geleceği"ni düşünenler ise, reel-politik tutumun sonucu olan "küresel güçlerin yanında yer alma" maddesinin tam zıddında durarak, belki de en zor olanı tercih ediyorlar. Zira esas amaç zaten, bu grupları ve partileri "maslahat" ekseninden "reel-politik" eksenine çekmektir. İlkinde Müslüman halkların ve direniş hattının maslahatı söz konusu iken, ikincisinde küresel güçlere teslim bayrağını çekmek söz konusudur.

Eğer bu ayrımlar doğru bir şekilde yapılmazsa, bugün Türkiye'ye biçilmeye çalışılan rolün, Müslüman ümmeti arasında ciddi ayrılıklar doğuracağı aşikârdır. Ve belki be, bu süreç, yanlış okumalar yapanların eliyle tamamlanacaktır.

Nitekim, zafer sarhoşluğu ile kafamız öyle allak bullak olmuş ki, "Mavi Marmara gemisi için bir anda neden gitmemesi kararı alındığını, Taliban'ın Amerika ile masaya oturma girişiminin ne sonuçlar doğuracağını, Hamas-El Fetih görüşmelerinin Türkiye'nin gözetiminde yapılmasının neden herhangi bir tepki ile karşılaşmadığını" soracak bilinç uyanıklığını bile kaybetmişiz. Ama aynı esnada Suriye mevzuunda önünü-arkasını düşünmeden tüm cesaretimizle(!) "mazlumun yanında yer almayı" kendimize bir görev bilebiliyoruz. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

Eğer birilerinin istediği konularda kükreyecek; birilerinin istediği konularda konuşma şuurumuzu kaybedecek kadar lal olacaksak, o zaman orada "sansür" ve "manipülasyon" var demektir...

Lübnan'da yaptığımız görüşmeler, belki de en çok bu "inanmışlık" ezberimizi bozması açısından kayda değer olmuştur...

Bu yazıyı kaleme almamız, Suriye'de yaşanan katliamlara kayıtsız kalmamız anlamına gelmemektedir. Fakat, resmin bütününe bakmadan yapılacak tekil yorumlar, bizleri tıpkı Irak'ta yaşadığımız gibi daha büyük felaketlere sürükleyecektir. Daha büyük felaketlerle karşılaşmamak için, daha ferasetli duruş ve bakış açıları geliştirebilmek temennisi ile...

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.