Bütün insanlar toplumsal karışıklıkların ve şaşkınlığın tutsağı, cahiliyetin oyuncağı oldular. Bu açıdan Bizanslıların durumu rakipleri olan Perslerin durumundan daha az kötü değildi. Arap Yarımadası'nın durumu da bu ikisinden daha iyi değildi. Hepsi birden ateş kuyusunun kenarında idi.
Hıristiyanlık, insanlık topluluğuna yönelik amaçlarını gerçekleştirmeyip de hatırı sayılır bir etkinliği kalmadığı için şaşkınlık ve sapıklık görüntüleri tüm dünyayı sardı. Bütün insanlar toplumsal karışıklıkların ve şaşkınlığın tutsağı, cahiliyetin oyuncağı oldular. Bu açıdan Bizanslıların durumu rakipleri olan Perslerin durumundan daha az kötü değildi. Arap Yarımadası'nın durumu da bu ikisinden daha iyi değildi. Hepsi birden ateş kuyusunun kenarında idi.
Kur'ân-ı Kerim, o dönemdeki insanlığın hayatına ilişkin trajik bir tabloyu çarpıcı bir üslûp ile anlattığı gibi, Peygamber Ehl-i Beyti'nin ulu önderi Ebu Talip oğlu İmam Ali (s.a) de bu trajik durumu birkaç hutbesinde inceden inceye tanımlamıştır.
Bu anlatımlarından biri, Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderildiği toplumun durumunu anlatan şu sözlerdir:
Allah onu, elçilerin gönderilmesine bir süre ara verdikten sonra, ümmetlerin uykularının uzayıp gittiği, fitnelerin alıp yürüdüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi. Dünyanın ışığı görünmez olmuştu. Aldatışlar açığa çıkmıştı. O çağda dünyanın yaprağı sararmıştı, meyvesinden ümit kesilmişti.Suyu çekilmiş,hidayet meşaleleri yıpranmıştı. Azgınlık bayrakları dalgalanmaktaydı. Dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmiş,kendisini isteyenin yüzüne suratını asmıştı. Meyvesi fitne idi, yemeği leşti, pisti. İçi korku idi, dışı ise kılıçtı.
İnsanlığın içinden geçtiği bu zor ortamda, ebedî mutluluk ve onurlu bir hayat müjdeleyen ilâhî bir nur parıldayarak kulları ve ülkeleri aydınlattı. Bu nurun parıldayışı, Hicaz topraklarının üstün keremli peygamberi Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) doğumu ile şereflendiği sırada gerçekleşti. Bu doğum, miladî 570 yılına denk gelen Fil Yılı'nda meydana geldi. Hadisçilerin ve tarihçilerin çoğunluğunun kabullerine göre bu mutlu olay rebiyülevvel ayına rastlar.
Doğduğu güne gelince; bunu en doğru bilecek olan Eh-l-i Beyt'i (hepsine selâm olsun) bugünün kesin olarak rebiyülevvel ayının on yedisinin cuma günü, şafağın sökmesinden sonra olduğunu söylüyor. İmamiyeMezhebi'nde yaygın şekilde benimsenen görüş budur.
Bazı tarih ve hadis kaynaklarının verdikleri bilgilere göre, Hz. Peygamber'in (s.a.a) doğduğu gün birçok olağandışı ve şaşırtıcı olay meydana geldi. Meselâ: Pers diyarında tapınma amaçlı olarak yanan ateş söndü. İnsanlar bir dizi değişikliklere şahit oldular. Öyle ki, bir takım kiliseler, manastırlar yıkıldı ve yüce Allah dışında tapılan her şey yerinden oynadı. Kâbe'de dikilen putlar, yüzüstü düştü; büyücüler ve kâhinler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırdılar, işleri konusunda hepsi kör edildiler. Gökte daha önce hiç görünmemiş olan yıldızlar doğdu.
Bütün bunlardan daha şaşırtıcısı Hz. Peygamber (s.a.a) dünyaya geldiğin an: "Allahuekberve'l-hamdulillahikesiren ve subhanellahibukreten ve asilen." (Allah en büyüktür. Allah'a çokça hamdolsun, sabah-akşam Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederim.)diyordu.
Hz. Peygamber (s.a.a) iki isimle tanınmıştır. Bu isimler "Muhammed" ve "Ahmed"dir. Bu isimlerin her ikisi de Kur'ân'da geçmektedir. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Hz. Peygamber'e "Muhammed" adını dedesi Abdulmuttalip verdi. Bu ismi torununa niçin verdiğine ilişkin soruya: "Onun gökte ve yeryüzünde övülmesini istedim." cevabını verdi. Annesi Âmine ise dedesinin isimlendirmesi öncesinde oğluna Ahmed ismini vermişti.
Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceği, İncil'de Hz. İsa'nın (s.a) dilinden müjdelenmişti. Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdelemeyi Ehlikitap mensubu âlimler de onaylamışlardır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim." demişti.
Gerek Arap Yarımadası'nın ve gerekse başka yörelerin geleneklerinde bir kişinin iki isimle, iki lakapla ve iki künye ile anılmasının önünde hiçbir engel yoktur.
Hidayet Önderleri kitabından alıntıdır.