HÜSEYN’İN AŞURASI
…Ve rahman, kendi nurundan rahmeti yarattı, bütün âlemlere yetecek kadar.
Adını Muhammed koydu.
Yaratılış gayesine doğru, kulluk ve kemalat merdivenlerinin tamamını kusursuz tırmanarak, en yüce ufukları aşıp, sıdret’ül- münteha’ya ulaştı.
Kurb makamında, kimsenin ulaşamadığı dereceye yüceldi. Hiçbir fasıla bırakmayıp, Kâbe kevseynden, kemanın iki ucundan daha yakına gitti.
Kim bilir, belki de her kesin aksine, mabud-i mahbubuyla, kab-el’memat, hal-ı hayatında vuslata erdi.
Yaratanı, habibullah tacıyla taçlandırarak, Muhammed’i, Seyyid-ül’Mürselin, Şah-ı Enbiya yaptı.
Âlem-i Beka’da, herkesin gıptayla bakıp, övgüyle bahsettiği makam-ı mahmuda onu çıkarıp, bu evrenin tamamından çok daha büyük olan o âlemin, tek bayrağı, liva’ül-hamd’i yüce Allah, habibi Muhammed’in başının üzerinde dalgalandıracaktır.
Kendisine tahsis ettiği Kevser havzundan, mahşer gününde onun ümmetinin susuzluğunu giderecektir.
Uluların ulusu el’Aliyy’ül-a’la, mertliği, yiğitliği, erdemi, adaleti, takva, ilim ve hikmeti yarattı, adını Ali koydu. O Rabbinin katında çok özeldi. Bu sebeple Kâbe’nin Rabbi, yeryüzünün en kutsal evi Kâbe’yi, velayet güneşi Ali Murteza’nın doğması için, onun annesine açtı.
Hayatının hiçbir safhasında, Allah ve Resulünün hoşnut olmadığı, hiçbir eylem ve söylemde bulunmamış, hak, hukuk ve adaletten asla şaşmamıştır.
Kılıç bile, onun elinde adalet terazisine dönüşürdü. Mazlumu asla incitmez, zalimin zulmü neyse geçit vermezdi.
Karşısına çıkan her savaşçıyı haklar, önüne gelen her soruyu cevaplardı.
“ Ali’den başka yiğit, Zülfükar’dan başka kılıç yok” semavi vecize ve “ Ben ilmin şehri, Ali onun kapısıdır. İlim ve hikmet isteyen, bu kapıya gelsin.” Nebevi vecize, bu söylediklerimizin en güzel ispatıdır.
Esedullah’il-mensur, Seyfullah’il-mesul, İmam’ul- muttakiyn, seyyid-ül –vasiyyin unvanlarını kazanmakla kalmamış, rabbi onu velayet tacıyla taçlandırmıştı.
Değil mi ki mukaddes din ve onun muazzez peygamberi, Ebu Talib’in dirayeti ve Hatice’nin emvali, Medine döneminde ise Ali’nin Zülfüyârıyla muayyed olmuştur.
Ruz-i mahşerde, Resulullah’ın Liva’ül-hamd’i Ali’nin elinde dalgalanacak ve Kevser havuzunun sakisi de, o olacaktır.
Ve Rauf, iffet, ismet ve şefkati yarattı, adını Fatıma koydu.
O, öyle mükemmel bir kız evlat, bir eş, bir anne ve öyle kusursuz bir insandı ki Rabbi Fatıma’yı tertemiz kılmış ve bütün Müslüman kadınlar için, kusursuz örnek olarak sunmuş ve onu Şah-ı zenan tacıyla taçlandırmıştır.
Fatıma’ya Rabbi,”Seyyidet’ül nisa’ül- âlemin” unvanı vererek, dünya âleminin, “Seyyidet-ü nisa-i ehl’il cenne” unvanını da vererek, uhra aleminin de Şah-ı Zenanı olduğunu ilan etmiştir.
Ve Rebb’ül-âlemin, barış, aşk ve güzelliği yarattı. Adını Hasan koydu.
Hasan, gözlerini Şah-ı Enbiya, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa’nın kucağında açtı.
Maddi –manevi her anlamda, gıdasını ondan almıştır.
Resulün sıbt-ı ekberi doğdu diye, hane-i nübüvvet ve maden-i risaletle birlikte, yer, gök ve cennette bayram vardı.
İmam Hasan, aldığı Nebevi terbiyeyle, çocukluk ve gençlik dönemiyle birlikte, imamet, velayet ve hilafet dönemlerini bütün karmaşıklarına rağmen, öğle mükemmel ve İslami ilkelere uygun geçirdi ki tamamı genç olacak cennetlilerin efendisi unvanını alarak, Rabbi tarafından kardeşiyle birlikte cennetlilerin tacıyla taçlandırıldı.
Ve…
Vedud-u rahim, nur-i Ahmedi’den, ilke ve erdemlerle kuşanmış hürriyeti, sevgiyi ve tüm güzellikleri yarattı. Adını Hüseyn koydu.
Hüseyn doğduğunda, bütün kâinat öylesine sevindi ki melekler alıp götürmüştü Hüseyn’i kundağında gök âlemine.
Cennette bayram vardı. Çünkü cennetin ziyneti Hüseyn gelmişti.
Arşta bayram vardı. Çünkü arşın küpesi, Hüseyn gelmişti. Ama Hüseyn’in yer kürede bekleyenleri vardı.
Evrenin övüncü, Şah-ı Enbiya, inanan gönüllerin sevinci Resul-i Zişan ve onun sevgili veziri Eb’ul- Hasaneyn Ali, özellikle de kucağı boş, gözleri yolda, kalbi titreyen Ümmül Eimme, Fatimet’üz- Zehra, Hüseyn’in dönüşünü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Hüseyn’in ayrılığına, kucağı boş kalan anası Zehra’nın tahammül etmesi, hiçte kolay değildi.
Hüseyn, sadece dünyanın en tatlı bebeği değildi. Âdem (as)”ın arşın sağında gördüğü beş kişilik fotoğrafın ve cennetin kapısında gördüğü isimlerin beşincisi, yaratılış harikası, kâinatın incisi, Hüseyn’dir.
Hüseyn, Allah’ın her türlü kirlenmişlikten tertemiz kıldığı, gönül bağıyla bağlanmamızı Resulullah’ın tebliğ ücreti olarak farz kıldığı, al-i aba”nın da beşincisiydi.
Hüseyn, doğumuyla kâinatın kalbi olan en şerefli hanedanın aile fotoğrafını tamamlamıştı.
Evet, Hüseyn tatlı küçücük bir bebek olmanın ötesinde, en kutlu aile fotoğrafının tamamlayıcı, önemli bir parçasıydı.
İşte bunun için, göklerdekiler Hüseyn’e doymasalar da, O’nu kutlu ailesine, en pak damenli annenin boş kalmış aguşuna, geri getirmişlerdi.
Herkes sevinç içindeydi. Melekler, fevc fevc, Ahmed-i Muhtar Muhammed Mustafa’yı ve kutlu hanedanını kutlamaya geliyorlardı. Bir grup melek, beraberlerinde, küçücük bir ihmalinden dolayı, uçuş yeteneği alınmış Förüs adındaki meleği de getirmişlerdi. O da Resulullah’ı tebrik ettikten sonra, kendisi için şefaat etmesini dilediğinde Resulullah, Förüs’e kanatlarını kundaktaki Hüseyn’e sürmesini işaret buyurdu. Böylece onun da kanatları iyileşti, uçup giderken, ben Hüseyn’in azatlısıyım diye övünüyordu.
Yusuf’un gömleği, Yakup (as)” ın hüznünden kaybettiği gözlerine kavuşmasına vesile olmamış mıydı?
Beyti Nebevide”ki sevinç, esenlik ve mutluluk, ferahlatıcı bir meltem gibi dalga dalga Medine’ye, oradan da bütün kâinata yayılıyordu.
Cebrail (as) tekrar tekrar geliyordu. Fatıma ev işleriyle meşgul olduğunda, Hüseyn’e ninniler okuyup, beşiğini o sallıyordu.
Günlerin birinde, yine Cebrail (as) gelmişti. Şah-ı enbiya çok mutluydu. Hüseyn’ni almış kucağına, sevip okşuyordu.
Cebrail (as) hazin bir sesle “Ya Resulallah, Hüseyn’i çok mu seviyorsun?” diye sorunca, Resulullah (sav) ; sevgi ve sevinç dolu gözlerle Hüseyn’e bakarak, “Elbette ki onu çok seviyorum. O benim oğlum, o benim çiçeğim, o benim kalbimin meyvesidir” diye cevap verince, Cebrail (as), “ama Ya Resulallah! Senin kendi ümmetin, kalbinin meyvesi dediğin bu sevgili oğlunu kerbela denilen yerde, bir yudum suya hasret… “ deyip Hüseyn’in başına gelecek musibetleri anlattığında, Resulullah’ın kalbi yerinde çıkarcasına iki gözü iki çeşme hüngür hüngür ağlıyordu.
Cebrail (as) bir avuç kızıl toprak Resullullah’a sunarak, işte oğlun Haseyn’in şehid olacağı Kerbela türbeti” dedi.
Resullullah, ağlar gözlerle o türbeti öpüp kokladı. Sonra da zevce-i tahiresi Ümm’ü Seleme’ye vererek; “Bu türbet kana döndüğünde, bil ki oğlum Hüseyn’i şehit etmişlerdir” buyurdu.
Evet, büyük amcası Hamza’dan sonra, Hüseyn, Seyyid’ü Şüheda, Şah-ı Şehidan tacıyla taçlandırılmıştır.
Evet, en büyük mertebenin şahadet mertebesi olduğunu bildiğimize göre, Şah-ı Şehidan mertebesinin ne kadar yüce olacağını anlamak, çok da zor olmasa gerek.
Ama Hüseyn’in ağlamasına bile kalbi sızlayan rahmet peygamberinin, onun başına gelecek bunca musibeti duyunca, nasıl sakin olabilirdi ki?!
Her kes seviniyorken, o ağlıyordu. Heseyn’i bağrına basıp, yanağından değil de, göğsünden, dudağından, boğazından öpüyordu. Bu çok anlamlıydı.
Öptüğü noktalar, tam da Cebrail (as)’ın kendinse anlattıklarıyla ilintiliydi.
Bu durum, Resulullah’ın aile efradı ve yakın çevresinin de dikkatini çekmişti.
Evreni, hatta evren ötesi bütün alemleri kuşatan rahmet, Muhammed Mustafa’yı, bu kadar üzüp öfkelendiren, neydi acaba!?
Hem de dünya tatlısı Hüseyn’in doğumuyla, sevinç ve mutluluğun tam zirvesindeyken!
Resulullah’ın bu hali, pek doğal olarak her kesten çok, Resulün kızı Hüseyn’nin anası Fatıma’yı hem meraklandırıyor hem de kaygılandırıyordu.
Acaba Hüseyn’in göğsünde, dudağında ve boğazında bir sorun mu var ki babası buralardan öpüp ağlıyordu!
Sordu babasına bütün bunların sebebini.
Resulullah, kendi ümmeti tarafından oğlu Hüseyn’nin başına gelecekleri anlattı Fatıma’ya.
Fatıma ağlayarak, “Babacığım! Bu felaket ne zaman olacaktır” diye sordu.
Resulullah (sav), “ Benim ve Ali’nin hayatta olmayacağı bir zamanda bu facia vuku bulacaktır” diye cevap verdi.
Fatıma, hıçkırıklar içinde, “Babacığım! Öyleyse Hüseyn”e kimler yas tutacaktır” diye sorunca da,
Resulullah, “ Kızım! Hüseyn’nin her asırda, yasını tutacak sevenleri olacaktır.” Diye cevap verince,
Fatıma, “Babacığım! Dedi; Peki, bizim yerimize Hüseyn’e yas tutup, ağlayanların mükâfatı ne olacaktır” diye sordu.
Resullullah buyurdu: “Kızım! Mahşerde onları biz şefaatimizle ödüllendireceğiz. Ben erkeklerini, sen de kadınlarını ellerinden tutup cennete koyacağız.
Resullullah’ın bu sözü, Fatıma için olduğu gibi, her asırda ve günümüzde Resulullah ve Fatıma’nın yerine, Hüseyn’e yas tutan dertli gönüllere bir teselli olmuştur.
Evet, Hüseyn hayata gözlerini böyle açmıştı.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah"ın resulü ve İslam Peygamber"i Hz. Muhammed (s.a.v) şu vasiyetiyle beka âlemine intikal etti: "Aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum. Biri Allah"ın kitabı diğeri itretim Ehl-i Beyt"im’dir. Bunlara sarıldığınız müddetçe asla azıp sapmazsınız."
Ama ne yazık ki, kendini bu ümmetten sayan Emevi hanedanı adeta Bedir′deki yenilgisinin intikam gününü bekliyordu.
Peygamber(s.a.v)′in bu iki emanetinin ikisini de ortadan kaldırmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Nasıl mı?
İkinci Halife döneminde Şam valiliğine getirilen Muaviye üçüncü halife döneminde Şam"da dev bir güç haline gelmişti.
Osman"dan sonra devletin başına getirilen Hz. Ali (a.s), Muaviye gibi kendi başına buyruk ve sorumsuz kimselerin görevlerine son vermek zorundaydı. Ne yazık ki Muaviye, makam ihtirası yüzünden azlini kabullenmeyip isyan başlatarak, bütün barış yollarını tıkadı ve savaş çıkardı..
Elli bin kayıpla yenilgiye uğradığını gören Muaviye, Kur"an yapraklarını mızraklara takarak Hz. Ali(a.s)"yi, ordusu içindeki, Muaviye"ye gizlice satılmış olanlarla ve onlara uyan ahmakların da baskısıyla meşhur"hakemiyet" olayına zorladı. Bu olaydan sonra "Hariciler" fırkası ortaya çıktı. Hz. Ali (a.s)bu sorunu çözdükten sonra , yeniden Muaviye sorununu çözme hazırlıkları içerisindeyken Abdurrahman ibn-i Mülcem adındaki bir Harici terörist tarafından Kufe Camii"nin mihrabında sabah namazı kılarken şehid edildi.
Bilindiği gibi hilafet, İmam Hasan"a intikal etti. Bir taraftan Hz. Ali(a.s)"nin beş senelik hükümetinde tam üç büyük iç savaşla yorgun düşmüş, İmam"ın şehadetiyle de müşiş bir deprasyona uğramış olan Kufelilerin savaşa pek istekli olmayışları, gözünü makam ihtirası bürümüş olan Muaviye"yi yeniden bir iç savaşa cüretkar etmişti. Diğer taraftan sorumsuz muhalefet yüzünden iç savaşlarla meşgul gencecik İslam devletini yok etmek isteyen Bizans"ın saldırı hazırlığı içinde olduğu haberleri İmam Hasan"ı sulha mecbur etmişti. Tabi ki onun için İslam, Müslümanlar ve Ülkenin korunması iktidarı kendi elinde bulundurmaktan, daha önemliydi.
İmam Hasan, Muaviye gibi makam uğruna bütün değerleri hiçe sayamazdı. Sulh yapılmış, iktidar Muaviye"ye bırakılmıştı. Buna karşın Muaviye , Hz. Peygamber(s.a.v)′in uygulamalarına aykırı bir uygulama içinde olmayacak, adalet ve eşitlik ilkesini çiğnemeyecek, bölgecilik, kabilecilik ve ırkcılık yapmayacak, Geçmişte yaşanılan ihtilaflardan dolayı Ehl-i Beyt taraftarlarına karşı,düşmanca davranmayacak, Hz. Ali(a.s)"ye sövülmeyecek, yerine kimseyi halife olarak tayin etmeyecek ve iktidarı kendisinden sonra İmam Hasan(a.s)"a, eğer onun başına bir iş gelecek olursa İmam Hüseyin(a.s)"e devredecekti.
Muaviye orada bulunan binlerce insanı şahid tutarak ve galiz yeminlerle bu şartlara bağlı kalacağını taahhüd etmiş ve şartnameyi imzalamıştı. İmam Hasan(a.s)"da bu haraktiyle daha fazla Müslüman kanının akmasını önlemiş, ülke bütünlüğünü ve ümmet birliğini sağlamış ve Bizans"ın istilasını önlemiş oldu.
Ama Muaviye iktidarı eline geçirdiken sonra bu şartların hiçbirisine uymamış hepsinin tam aksini yapmış ve İmam Hasan(a.s)ı" da zehirleterek şehid etmişti. Ayrıca nice Müminlerin kanını akıtmış müşiş bir baskı düzeni kurmuştu. Arap olmayan Müslümanlara "Mevali" adını takarak onlara karşı köle muamelesi yapıyordu.
Ömrünün sonlarına doğru da fasıklığıyla, sapıklığıyla ve laubaliliğiyle tanınan oğlu Yezid"i yerine veliahd olarak tayin etmiş, karşı çıkanları ise kimini satın alarak, kimini zorla susturmuştu. Ölümü sırasında da oğlu Yezid"e, Ebu Bekr oğlu Abdurrahman, Ömer oğlu Abdullah, Zübeyr oğlu Abdullah ve özellikle de , Ali oğlu Hüseyin(a.s)"den ne pahasına olursa olsun biat almasını vasiyet etmişti.
Yezid Medine valisine bir mektup yazarak İmam Hüseyin(a.s)′in ya biatini ya kellesini almasını istemişti.
Medinvalisi Velid,Hüseyn(a.s)"i valiliğe çağırarak biatla canı arasında bir tercih yapması gerektiğini bildirdi. Hüseyin(a.s) bir günlük mühlet alarak valilikten ayrıldı.
Peygamber(s.a.v) evladı Hüseyin(a.s) biat edecek olsaydı, Yezid”in uygulamalarını Peygamber(s.a.v) adına onaylamış olacaktı ve bu onay, İslam’ın bütün değerleriyle birlikte insani değerlerin, hak-hukuk ve adaletin sonu olacaktı.
Yani dedesi Peygamber(s.a.v)"in bunca zahmeti boşuna gitmiş yeniden cahiliye devrine dönülmüş olacaktı.
Böyle bir vebalin altına girmesi İmam Hüseyin(a.s)"den beklenemezdi. Biat etmeyince de öldürmeye kalkışacaklardı. Medine toplumu Peygamber(s.a.v)"in ashabı ve ensarıydı; Peygamber(s.a.v) evladının öldürülmesine seyirci kalamazlardı. O zaman da müşiş bir katliam yaşanırdı.
İmam Hüseyin Medine"de kalarak böyle bir katliama sebep olmak yerine aile efradıyla birlilkte, Mekke"ye sığınmayı tercih etti. Ama ne yazık ki Yezid"in terör çeteleri İmamın peşini orada da bırakmadılar.
Bunu fark eden imam Hüseyin(a.s) Mekkenin kan dökülmezlik hariminin bozulmasını ve Kabe"nin kudsiyetinin üzerine kan lekesinin düşmesini istemiyordu. İhramını yarıda keserek Mekke"den ayrılmak zorunda kaldı.Yezid"in hükmettiği bu ülkede, Allah(c.c)"ın eman evinde dahi rahat bırakılmayan Hüseyin(a.s) başka nereye gidebilirdi?
İşte böyle bir ortamda birileri, biat edip canını, aileni ve çocuklarını kurtarsan olmaz mı, demiş olmalı ki; İmam Hüseyin(a.s) yeryüzünde bir kaçış yolu ve de hiçbir sığınılacak yer olmasa dahi ben böyle bir vebalin altına girmem. Dedemin getirdiği , bu aziz ve bu mukaddes dini Yezid gibi birine uzatacağım biat eliyle öldüremem buyurdu.
Hüseyin(a.s) için en uygun yer, halkı kendisine binlerce imzalı mektup yazarak davet eden Kufe olacaktı.
İmam Hüseyin(a.s) ailesiyle birlikte yola çıkmış, 1300 kişilik bir grup insan da bu yolculukta ona katılmıştı. İmam Hüseyin, "bu çıkışım ,saltanat,dünya malı ve ifsat için değil, iyiliği emretmek ,kötülükten nehy etmek ve Ceddim peygamber(s.a.v)"in ümmetini ıslah etmek içindir" diyerek, arkasında yazılı bir belge de bırakarak gitmişti.
Allah(c.c)"ın beytinde bile güvende olmayan bu kervan, nerede ve nasıl bir ıslah haraketi gerçekleştirecekti?
Nasıl bir son bekliyordu onları?
Bilinmeyen bir sona doğru mu yola çıkmışlardı?
Kum fırtınalarının tozlandırdığı bu nurlu yüzler,nasıl bir akibete yönelmişlerdi?
O derin ve keskin bakışlar, o kararlı duruşlar hangi hedefe kilitlenmişlerdi?!
İnsanlığın kurtuluşunun bu kervana bağlı olduğunu kim bilebilirdi?
Ama Hüseyin(a.s) nereye gittiğini biliyordu. Bir ara "Ölüm bizi bir gölge gibi takip ediyor" demiş Oğlu Aliekber de O"na ; "Babacığım, İnsan ve insanlık uğruna ölümü seçmekle haklı bir tercih yapmış mıyız?" Deyip "evet" cevabını alınca da "öyleyse bu uğurda ölümden asla çekinmeyiz biz." diye karşılık vermişti.
Demek ki, hedefini belirlemiş ve nereye ve nasıl bir sona doğru niçin gittiğini çok iyi biliyordu. Bu kervanın kahraman imamı ve onun yiğit erleri..
Aslında bu kafilede, kadınlı erkekli, büyüklü, küçüklü herkesin bir görevi bir misyonu vardı.Veballe yaşamayı değil,haklı ölmeyi, zilletle yaşamayı değil, izzetli ölümü seçmişti onlar.
Hüseyin(a.s),görüyordu ki Emevi saltanatının tüm mezalimi İslam"a mal ediliyor.Ceddinin aydınlık yolu yeşil sarayda, karanlık bir irticaya dönüştürülmüş; Peygamber(s.a.v) evladını bîata zorlayıp şeriat diye, "peygamber(s.a.v) hilafeti" adına uyguladıkları bu çirkef yönetimin vebalini, muazzez peygamber(s.a.v)"in ve onun getirdiği mukaddes dinin üzerine yıkmak istiyorlar.
Bu yönetim altında zaten kimi kaygı, kimi kuşku içinde olan ümmetin hepten imanı sarsılacak, akidesi bozulacaktı.
Her inanç ve her dava kendisine gönül bağıyla bağlananlarla ayakta durur. Kendisine inananlarını kaybeden bir din de yok olup gidecekti.Onun için peygamber(s.a.v) evladı Hüseyin(a.s)"in, Yezid"e uzatacağı biat eli İslamın şah damarına uzanmış olacaktı.
Kendisine üçüncü bir yol bırakılmayan Hüseyin(a.s), İslam"ı kendi eliyle boğazlamak yerine, kendisi boğazlanarak islamı ve insanlığı kurtarmayı tercih etmişti.Ona yakışan da bu değil miydi? Evet "Zıbh-ı azim" kurbanlığı, gözyaşının kana karışıp sıcak kumların üzerinde buharlaşacağı Kerbela Mina"sına doğru kararlı adımlarla yürüyordu.Ölüme meydan okurcasına.. Adeta ölüm ondan kaçıyordu.
Kıstırdı ölümü Hüseyin Sahray-ı kerbela"da.
Seçmişti bu yolu o, mîsak-ı "kâlû bela"dâ.
Ölüm nasılmış gösterdi Hüseyin ehl-i sefaya
Aldı ayağı altına, yükseldi arş-ı alaya..
Götürdü arşa Hüseyin aşkının nişanesini
Abbas"ın kesik kolları, Ekber"in emmamesini
Süslemişti semayı Aliasgar kanıyla,
Aşkına kurban olmuştu, canıyla, cananıyla.
Velhasıl konakladı o bela çölünde ölüm ve gözyaşı kafilesi.
Ama Yezid ordusu bir türlü cesaret edip Hüseyn(a.s)"in 1300 kişilik birliğine saldıramıyordu. Çünkü bu birliğin başında Alemdar Abbas gibi bir komutan ve içinde Haydar-ı Kerrar oğuları, torunları ve yeğenleri vardı.Yezid ordusu durmadan takviye birlik istiyor sayılarını on binlere vardırıyordu. Oysa Hüseyin(a.s) 1300 kişilik birliği ısrarla geri gönderip , sadece kendi ailesi, çoluk çocuğuyla ve sayıları elliyi bile bulmayan, tüm ısrarına rağmen gönderemediği bir bölük insanla kaldı o deniz gibi, kana susamış canavarlar arasında.
İmam Hüseyin(a.s) bunu yapmakla, istedi bütün dünya bilsin ve tarih şahitlik etsin ki o, altı kundaktaki aylık yavrusuyla, üç yaşındaki kızıyla, hanımı, bacısı ve gelinleriyle isyan çıkarıp, savaş yapmak için bu bela çölüne gelmemiştir.
Nitekim sözlü olarakta onlara, "Benim buraya gelmemden rahatsızsanız geldiğim gibi dedemin Medine"sine döneyim. Herkes gibi beni de kendi halime bırakın.Dedemin ülkesinde yaşamayı bile bana çok görüyorsanız, sınırdışına çıkayım."dedi.
Buna da karşı çıktılar. Yezid Hüseyin(a.s)"in biat etmediği taktirde dirisini değil kellesini istiyordu. Böylece Peygamber evladını katletmenin sosyal vebalini "Ben olsaydım yapmazdım" diyerek suçu başkalarının boynuna yıkmak istiyordu. Nitekim öyle de oldu.
İmam Hüseyin(a.s) de bu planı bozmaya yönelik olmalı ki, "Beni Yezid"e götürün, öldürecekse o öldürsün" dedi.
Keder, hüzün ve bela günü Aşura gelip çatmıştı.
Ölmeye gelmişti ama, ölümü haketmiş bir mahkumun teslimiyeti içerisinde değil , özgürlük meşalesi yakan eşsiz bir kahraman gibi duracaktı karşılarında.. Ve İmam Hüseyin′(a.s) işte bunu yaptı...
Selam olsun Hüseyin′e, Ali b.Hüseyin′e,Evlad-ı Hüseyin′e, Ashab-ı Hüseyin′e ve Hüseyin′i sevenlere.
Yaşanan Kerbela hadisesi ve Aşura günü bütün dinlerden mezheplerden insanların dikkatini çekmiş ve bugüne kadar böyle bir hadise yaşanmadığı düşünülmüştür.
Kerbela hadisesi ve Aşura günü yaşananları okuyanların, birisinden dinleyenlerin Hz. Huseyn ve Ehli Beyt’in başına gelenlerine üzülmemesi mümkün değildir.
Dünyada düşünür ve alimler Kerbela hadisesi ve Aşura gününe özel önem vermiş ve bunlar hakkında düşünmüşler çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir.
İngiliz yazar Fraya Starec “Bağdat Sur’u” adlı meşhur kitabında Kerbela hadisesi ve Aşura gününe yer vermiş ve Şiaların her yerde ve her zaman Hz Huseyn ve onun katledilmesi olayını canlı tuttuklarını, Muharrem ayının başından itibaren yas törenlerine başladıkları ve ayın sonuna kadar heyetler halinde yas tuttuklarını yazmaktadır.
Yazar Necef kentine de yer verdiği kitabında Hz. Huseyn’in atını Kerbela vadisine sürdüğü ve orada çadır kurduğunu ama düşmanlarının onu kuşatarak su yollarını tuttuğunu ve bu yaşanan tarihi olayların her an bugün bile insanların zihninde tazelendiğini belirtir.
Tanınmış şarkiyatçı Prof. Edward Brown da Hz. Huseyn ile ilgili olarak Peygamberin torununun susuz acımasızca Kerbela’da katledilmesinin en soğuk ve katı insanları bile etkileyeceğini, hamaset ve yasa yatkın olmayanların bile kendine geldiği ölümün ve derdin anlamını kaybettiği bir durumu yarattığını belirtmektedir.
Brown, Kerbela’nın feryadının kulağına yetişip de hüzünlenmeyecek ve dertlenmeyecek kalp bulunmayacağını düşünür.
İngiliz yazar Charles Dickens da “Eğer Hz. Huseyn dünyevi şeyler için savaşmak istiyorsa niye ailesi ve çocuklarını Kerbela’ya götürdüğünü anlamadım. Sonuçta onun İslam adına fedakarlık yapmak istediği hükmüne varmak çok mantıklı” demektedir.
Thomas Masaric de Hz. Huseyn ve Hz. İsa’yı kıyaslayarak, “Hz. İsa’nın musibetleri Hz. Huseyn’in musibetleri karşısında dağ karşısında bir yaprak gibi kalır” demektedir.
İngiliz şair J. I. Russel da hüzünlü aşura gününü şöyle tasvir etmektedir: “Onlar Hz. İmam’ın ağzını mızraklarla parçaladılar. atların nalları altında ezilen ey o beden ki bütün gözleri büyülemiş ve görenleri sihirlemişti. Dökülen mübarek kan yerde kurumuş, göklerin macunu gibi bu mübarek kanla şimdiye kadar hiçbir atın ayakları bulaşmamıştı.”
İngiliz yazar Gibon da “Kerbela hadisesinin üzerinden uzun yıllar geçmesine ve yaşanan olayların bizim vatanımızda olmamasına rağmen Hz. Huseyn’in yaşadığı musibetler en katı kalpli insanı bile duygulandıracak ve Hz. Huseyn’e karşı muhabbet uyandıracak olaylardır” der.
Amerikalı yazar Morris Ducbery de “Bizim yazarlarımız Kerbela hadisesini anlasalardı bugün yaşanan yas törenlerine şaşırmazlar anormal karşılamazlardı” demektedir.
Hz. Huseyn şeref,izzet, namus, halkı ve bulunduğu makam yolunda canını, malını ve ailesini feda etmiş ve Yezid’in maceraları ve zulmüne boyun eğlememiştir.
Hindistan halkının rehberi ve İngiliz sömürgesine karşı direnen şahsiyet Mahatma Gandi de Hz. Huseyn ve Kerbela ile ilgili “Ben Hindistan halkına yeni bir şey getirmedim, Kerbela kahramanı ve onun yaşadıklarından çıkardığım sonucu Hindistan halkına hediye ettim” demiştir.
Corci Zeydan da Hz. Huseyn ile ilgili “Başı kesilmiş Hz. Huseyn manzarası herkesi derinden etkiledi ve hüzünlendirdi… Yezid Hz. Huseyn’in kesik başına baktığında, başından ayağına titredi ve ne büyük bir hata yaptığını anladı” demektedir.
Nicholson da Kerbela hadisesinin Emevilerin en büyük hatası ve pişmanlığı olduğunu zira bu yaşanan feci olayın Şiaları birleştirdiğini ve Hz. Huseyn’in intikamı için bir araya geldiklerini belirtti.
28 Ocak 2009