30 Eylül 2017- Cumartesi günü Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) sevgili torunu İmam Hüseyin (a.s) ve 71 yâreni, Aşura Günü Kerbela’da şehit edilişlerinin 1378. yıl dönümünde İstanbul Halkalı'da törenlerle anıldı.
Günün anlam ve önemini kısaca özetleyen Türkiye Caferileri lideri Selahattin Özgündüz, Kerbela olayını anlatarak ve Kerbela şehitlerini anarak şu konuşmayı yaptı:
“Salonumuzu süsleyen, salonun dışında bulunan yüz binler ve dünyadan bu programı izleyen milyonlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sizin adınıza, kendi adıma İmam Hüseyin’in varisi İmam Mehdi’ye (a.f) tesliyet arz ediyorum. Allah zuhurunu acil etsin. Onun zuhuruyla dünyanın her noktasında Tevhid bayrağını dalgalandırsın. Zulmü yeryüzünün her bölgesinden bertaraf etsin.
Özel bir selam sakladım. Mehmet Sekin beyefendiyi özellikle selamlıyorum. Onun şahsında bütün şehitlerimizin, şehit ailelerini saygıyla selamlıyorum. Önlerinde eğiliyorum. Siz, iyi ki varsınız. Şehit evlat yetiştirdiniz. Allah sizi de yüceltsin. Allah, şehitlerimizi Şah-ı Şehidan Eba Abdullah Hüseyin ile haşretsin.
Değerli müminler, öteden beri yüreğimizde kanayan yara olan Filistin’e ilaveten, bugünlerde Myanmar Müslümanları zulme uğramakta. Yemen’de İsrail ve emperyalizm adına bomba yağmuru altında katledilen çocuklar, kadınlar, yaşlılar, siviller… Gıda depoları, su kaynakları bombalanmakta; Al-i Suud tarafından başlarına kolera mikrobu yağdırılmakta. Bahreyn’de ülkenin asıl nüfusunun, yani o ülkeye ait nüfusun yüzde 95’ini teşkil eden oradaki Caferiler, Aşura merasiminden men edilmekte. Irak’a, Suriye’ye, Somali’ye, Libya’ya, Nijerya’ya sözüm ona demokrasi getireceklerdi. Ama Müslüman kanı sebil olmuştur. Ne hikmetse akan kan, hep Müslüman kanıdır.
Irak’taki son gelişmeler noktasında Gazi Meclisimiz ne düşünüyorsa, Cumhuriyet hükümetimiz ne düşünüyorsa bugün biz de onu düşünüyoruz. Kan akmaması gerektiğini, herkesin aklını başına alması gerektiğini düşünüyoruz.
Batılılar kendi aralarında birlikler oluştururken Amerika ellinin üzerinde halkla, devletle birleşip birleşik devletler oluşturuyorken bize ayrılık sunuyor. Ve onun uğruna, ona niyabeten bölgede birileri savaş veriyor. Emperyalizme ve siyonizme maşalık görevini yapıyor. Onları da kınıyoruz. Allah’tan Myanmar’da, Filistin’de, Bahreyn’de, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve bütün İslam coğrafyasında zulme uğrayan Müslümanları terörün ve zalimlerin belasından kurtarmasını niyaz ediyoruz. Emperyalizm uşaklığı yapmakta olan ırkçı, mezhepçi, dincilerin eliyle öldürülen Müslümanların cümlesinin; o despotların, zalimlerin, teröristlerin belasından kurtulmasını temenni etmekteyiz.
Ülkem, dünyanın cenneti… İstanbul, o cennetin yüzü, kaşı. Tarihin kaydına düşsün diye diyorum: “Biz Kerkük’ü verirsek, İstanbul’u da vereceğiz demektir.” Bunun detayını, tafsilatını uygun platformlarda anlatırım. Uzun hikâyedir. Ben ırkçı değilim, en az Türk kadar, Kürt’ü de seviyorum. Caferi kadar Hanefi’yi de, Şafi’yi de seviyorum. Bu vatanın evlatlarının her birinin yeri benim başımın üstündedir. Allah birliğimizi ve dirliğimizi bozmasın. Fakat ey kardeşim, bir kişinin görevi sona erdi diye bir halkın badireye sürüklenmesine ne gerek var? Devlet başkanı olduğun bir ülkede, tamamına hükmettiğin bir ülkede ayrılıp şu boz dağların tepesinde kendi bayrağımı sallayacağım demenin ne anlamı var? Ki o hak da elinden alınmış değil. Milli mecliste senin dilinle de yazılıp okunuyor, konuşuluyor. Başka ne istiyorsun kardeşim? Hangi görevden men edilmişsin? Bunu biliyoruz ki, Kürt dindaşların halk olarak İsrail’in maşası olmak istemiyor. İsrail’in değirmenine su taşımak istemiyor. Ama birtakım liderlerin başında başka bir sevda vardır. Aslında onlar da biliyor devletin, ülkenin tamamına hükmetmek varken kuzeyde birkaç dağa hükmetmenin çok da anlamlı bir davranış olmadığını. Ama makam ve koltuk hırsı, ne yazık ki birçok sevdanın önüne geçmiştir.
Arzumuz, sevdiğimiz için ayrılmak istemiyoruz. Bin yıldır kaynadık karıştık. Birbirimize dede, dayı, amca, yeğen, torun olduk. Biz et tırnak olmadık, bir can olduk. Ayrılmamızı gerektiren hiçbir şey yoktur. Zulüm varsa Allah zalimleri kahretsin. Biz mazlumun yanındayız. Bu ayrı bir meseledir. Ama emperyalizme, siyonizme hizmet etmek; onların amellerine hizmet etmek; İsrail hilalinin bir parçası olmak benim bir Müslüman kardeşime yakışmaz.
Değerli protokol ve zahmet çekip bizi izleyen herkes, şimdiye kadar zihninizde Aşura olayıyla ilgili ne şekillenmişse, nasıl bir kompozisyon oluşmuş ise lütfen şimdi hepsini silin gitsin. Ben size tarihin gerçeklerini söylüyorum.
Muaviye biliyorsunuz ki iç savaş çıkardı. Batı emperyalizmin o günkü temsilcisi olan Doğu Roma yani Bizans, İslam’ı tehdit etmekteydi. İmam Hasan (a.s) merkezi hükümetin elinde bulunan iktidarı; birliğe riayet etmek, vatandaşlar arasında ayrım ve ırkçılık yapmamak, adaleti hâkim kılmak; Allah’ın kitabına, hukuka, Kur’an’a ve Resulün sünnetine uymak şartıyla asi bir vali olan Muaviye’ye devretti. O da bu şartın altına Allah ve Resulü’nü şahit ve kefil tutarak imza attı. Bu iktidar yirmi yıl sürecekti. On yılı İmam Hasan (a.s) dönemidir. On yıl İmam Hüseyin’in (a.s) imamet dönemidir. Muaviye daha mürekkep kurumadan o şartları ayağının altına aldı ve Kufeliler’e -silah bıraktırıp teslim aldıktan sonra- dedi ki “Ben sizinle namaz için, oruç için savaşmadım. Bunları zaten siz yapıyorsunuz. Benim derdim bunlarla değil. Ben sizinle saltanat için savaştım ve onu da elde ettim. Bundan sonra karşı gelen herkesin kafasını koparırım.” Daha ilk günden şartları ayağının altına aldı. En sonunda İmam Hasan’ı (a.s) zehirleterek şehit etti. O gün İslam coğrafyasında tahmin edilen mescit sayısı yetmiş beş bindir, yetmiş beş bin minberden Hz. Ali’ye (a.s) sövdürdü. Cuma hutbelerinin kabul şartı olarak Hz. Ali (a.s) ve Hanedan-ı Celile’ye sövmeyi ibadetin, cumanın bir parçası yaptı. Yani İmam Hüseyin (a.s) mescide gidecek olduğunda babasına sövüldüğünü dinledi. On yıl böyle geçti.
Ali ismi yasaklandı. Bu sebeptendir ki İmam Hüseyn’den şöyle nakledilir: “Bin oğlum olsa da hepsinin adını Ali koyacağım.” Ve bakın evlatlarının adlarına: Ali Ekber, Ali Afset, Ali Asgar… Ve Muaviye, Ali’yi sevenleri şehit etti. Sahabilerin Hucru’l-Hayr diye adlandırdığı, onu öldürdüğü için Ayşe Ümü’l Müminin’in Muaviye’yi azarladığı, Naaşı DAİŞ tarafından Şam’ın yakınlarında mezarından çıkarılan Hucr bin Adiy’in ve arkadaşlarının sırf Ali’yi seviyorlar diye başlarını kestiler. Muaviye, Ali’ye sövmek kaydıyla affedileceklerini söylediyse de onlar Ali sevdasından vazgeçmedi. Bu boyutuyla Hucr İbn-i Adiy ile Pir Sultan birbirine nasıl benziyor değil mi? “Can için yalvarmam sana” dedi.
Bu on yıl içerisinde İmam Hüseyin (a.s) her şeye rağmen İmam Hasan’ın (a.s) o antlaşmasına bağlı kaldı. İmam Hüseyin (a.s) bir damla Müslüman kanı aksın istemiyordu. O, yapılacak bütün çareler tükendikten sonra en son yapılacak şeydi. Muaviye’ye biat etmedi ama savaşmadı da.
Muaviye, İmam Hüseyin’in abisi İmam Hasan’ı (a.s) öldürttü, İmam Hüseyin (a.s) yine savaşmadı. İmam Hasan kendi mülkünde, Resul’ün yanında defnedilmek istedi, naaşını okladılar. Dünyanın en korkak insanı bile bu şartlarda arslan kesilir. Celal Abbas kılıca davrandı, Hüseyin (a.s) engel oldu. Dizini vurdu yere, emmamesini çıkardı ve koydu naaşın üstüne. Okları çıkardı ve naşın yönünü çevirdi, Baki Mezarlığı’nda ammenin defnedildiği yere defnetti. Savaşmadı, babasına her Cuma küfrettiler, savaşmadı.
Tam da namaz üstündeydi. Muaviye’nin öldüğünü halktan gizliyorlardı. Önce muhalefet edebilecek insanlardan gizlice biat alıp sonra ammeyi biata davet edeceklerdi. Bu sebeple İmam Hüseyin (a.s), Abdullah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Zübeyr ve kimi tarihçilere göre Abdurrahman İbn-i Ebiberk Ravza-yi Mutahara’da Peygamber’in mezarının dibinde ibadete meşgulken Muaviye’nin tayin ettiği kardeşi oğlu Velid İbn-i Ogbe (Medine valisi) peşlerine adam gönderdi. Konak’ta kendilerini beklediğini söyledi. Valilik konağına davet etti. İmam Hüseyin buyurdu ki, “Sanıyorum Zalim Muaviye ölmüş. Melun Yezid onun yerine geçmiştir. Bizi biata davet ediyorlar.” Abdullah İbn-i Ömer ile Abdurrahman İbn-i Ebiberk “Biz biat etmeyeceğiz. Biatimizi yüzümüze kapatıp bütün Müslümanlar ne yapacaksa biz de onu yapacağız.” dedi. Zübeyr’in oğlu Abdullah Mekke’ye kaçtı. Dağdan ve taştan, yoldan değil. İmam Hüseyin (a.s) bildi ki artık hayatının finalindedir. Kendisini şehadete götürecek yolun başlangıcındadır. Yezid’in fermanı geldiğinde Mescid-i Nebi’deydi. “Ama ben gitmek zorundayım” buyurdu. “O davete icabet edeceğim.” Çünkü, eğer İmam Hüseyin gitmeseydi, bu tarihin kaydına girmeyecek, Yezid’in gönderdiği ölüm fermanından kimsenin haberi olmayacaktı. Gitti ve Velid kendisine Yezid’in mektubunu gösterdi. Yezid, bütün halktan biat almasını, özellikle bu dört kişiden biat etmeyenin başını kesip Şam’a göndermesini istiyordu. Başta İmam Hüseyin (a.s) olmak üzere… Yani ya ölüm ya biat! Yezid’in alternatifleri bunlardı. Peki ya İmam Hüseyin’in alternatifi?
Kerbela’da Yezid’in komutanı Ömer Saad’a sunduğu gibi: Şimdiye kadar ben onun babasına da biat etmemiştim. Ama savaşmıyordum da. Yani biri biat etmiyor diye, ona evet oyu vermiyor diye ölümü hak eder mi? Ben savaşmıyorum. Ama Yezid’in melanetlerine de ortak olmak ve biat etmek istemiyorum. İmam Hüseyin isyan çıkarmadı, kıyam etmedi. Zalimin zulmüne, baskısına, despotizmine biat etmedi, direndi. Mukavemet gösterdi. Bunun doğru adı budur.
İmam Hüseyin (a.s) Yezid’e biat ederse, bunun İslam’ın sonu olacağını biliyordu. Yezid, cahiliye törelerini yeniden hortlatmak istiyordu. Resul-i Ekrem’in kusursuz temeddünün, en kusursuz uygarlığının yerine yeniden cahiliye törelerini getirmek istiyordu. Bunu kendi şiirlerinde de görebilirsiniz. Tarih kayıtlarına da düşmüştür.
Bu Yezid mahrem ve namahrem bilmeyen, şarapçı, kumarbaz, ayyaş, berduş, sarhoş birisiydi. Bunu bütün Müslümanlar biliyor. Sahabi değildi, Peygamber’den çok sonra dünyaya gelmişti. Bazı cahiller o ne de olsa bir sahabidir diyor. Yezid Peygamber’i görmemiştir. Bazıları Ebu Süfyan oğlu Yezid’le, Muaviye oğlu Yezid’i karıştırıyor olabilir.
Bu Yezid öyle sanılıyor ki, bir tek İmam Hüseyin’i (a.s) şehit etmiştir. Halbuki üç yıl birkaç ay süren iktidarı döneminde ilk olarak Müslümanların Peygamber’inin evladını şehit edip, ailesini esir etmiştir. İkinci icraatı tarihe “Harre Olayı” olarak geçen Medine’yi işgal etmesidir. Peygamber ashabının namusu da dahil üç gün askerlerine her şeyi mübah etmiştir. Resul’ün mezarına sığınan ashabını Resulün mezarının üstünde katletmiştir. Medine’de Harre olayında 10 bini aşkın insanı öldürtmüştür. Çoğu sahabi ve ashap evladı olmak üzere. Ondan sonra ordusunu Kabe’ye yöneltmiştir. Kabe’yi mancınıklarla yakıp yıkmıştır. Ve Kabe’nin taşlanması Geyretullah’a dokunmuş; Yezid yatağında Allah’ın gazabına, Ashabı-ı Fil’ in akıbetine uğramış halde kömüre dönüşmüş olarak Allah’ın lanetiyle dünyadan gitmiştir.
Bu Yezid’e İmam Hüseyin (a.s) biat etse İslam yok olacaktı. Ona uzattığı el, İslam’ın şah damarına gitmiş olacaktı. Çünkü eğer Peygamber oğlu, Fatime oğlu, Ali oğlu İmam Hüseyin; Mekke’nin ve Mina’nın oğlu, Sefa’nın ve Merve’nin oğlu, Sünnetin oğlu İmam Hüseyin böyle bir Yezid’e biat etse Yezid’e karşı duracak kimse kalmazdı. Herkes onu meşru olarak tanıyacak, cahiliye töreleri yeniden gelecek, Muhammed Mustafa’nın getirdiği o en kusursuz temeddün yok edilecekti.
Hüseyin (a.s) diyor ki bu iki alternatif, onların alternatifidir. Ya alçakça yaşamak, ya kılıçla doğranmak. Benim alternatifim bunlar değildir. Bırakın Medine-i Münevvere’de ceddimin Medine’sinde yaşayım, çoluk çocuğumla beraber. Buna tahammül edemiyorsanız atamın yurdundan gidip Hint Yarımadası’nda sürgünde yaşamama müsaade edin. İmam Hüseyin’in alternatifi bunlardı. Kansız, savaşsız… Ama Yezid bunların hiçbirini kabul etmedi. Yezid’in temsilcileri bunları kabul etmedi. Ya biat edeceksin, ya kelleni kesip Yezid’e göndereceğiz! İmam Hüseyin (a.s) bu hükmü meşru olarak tanısa kurbanlık koyun gibi boynunu uzatıp kesin demiş olacaktı.
İmam Hüseyin (a.s) bu hükmün meşruiyetini kabul etmedi. Meşru nefs-i müdafaa hakkını kullanıp kendisini savundu. Mertçe meydana çıktı, yiğitçe savaşıp Şahı Şahidan rütbesiyle Rabbine yükseldi. Medine’nin o şekilde yağmalanmasına, Peygamber mezarına kan lekesi düşmesine vesile oldu ne de Abdullah İbn-i Zübeyir’in yaptığı gibi Mekke’de kalarak Kabe’nin yıkılmasına, Kabe’ye kan lekesi düşmesine gönlü rıza gösterdi. Kerbela’yı, o çölü seçmesinin sebebi buydu.
Israrla ayrılmayan bir grup hariç yanındakileri de gönderdi. Yanında kalanların birçoğu kendi ailesi, yeğenleri, kardeşleri, oğullarıydı. Onların içinde altı aylık bebek de vardı. İmam Hüseyin o bebeği alın da kesin demedi.
Günlerdir suyu yasaklamışlar Al-i Muhammed’e Kerbela susuz bir çöl değil. O da yanlış bir bilgidir. Kerbela’da akan Fırat; kurdun, kuşun Müslüman’ın, gayrimüslimin su içtiği koca bir nehir… O nehrin dibinde Al-i Muhammed susuz kaldı!
İmam Hüseyin, bütün yareni şehit olduktan sonra vedalaşmaya geldi. Artık kendisi savaş meydanına gidecekti. Askeri olmayan padişah ne eder? Ya teslim olur, ya da tek başına savaşır. Kendisi savaş meydanına gitmek isterken kızı Rugeyye, “Babacağım madem kimse kalmadı, sen nereye gidiyorsun? Biz ne olacağız? Bari bizi ceddimizin Medine’sine götür. Sen de mi ölüme gidiyorsun?” dedi. İmam Hüseyin “Yanında yaveri ve askeri olmayanın başka çaresi mi var kızım? Kata kuşu rahat bırakılsaydı yuvasından çıkmazdı.” diye cevap verdi.
Kerbela’da altı aylık olan Ali Asgar İmam Hüseyin’nin kucağında çöllere düştüğünde yirmi günlüktü. Mekke savaş yeri değildir. Bu sebeple İmam Hüseyin Mekke’ye gitti, ölüm olmasın diye. Ama yine rahat bırakılmadı ve orayı da terk etti, Mekke’de kan akmasın diye. İmam Hüseyin savaş meydanına gitmeden önce son olarak en küçük yavrusu Ali Asgar’ı da görmek, öpüp koklamak istedi. Altı aylık yavrusunun susuzluktan dudakları kavrulmuştu. Bu yavruya su verirler herhalde, Peygamber yavrusuna merhamet ederler diye kucağında Ali Asgar ile düşman saflarına doğru ilerledi. Vakanüvisler diyor ki Peygamber’in oğlu Hüseyin koltuğunda bir şey getiriyordu. Herhalde Kur’an’dır, getirecek ve ona yemin verecek, ona sığınacak sandık. Bunun hatırına beni öldürmeyin diyecek sandık. Ancak tam meydana geldiğinde abasının altından ay parçası gibi bir oğlan çocuğu çıkardı. Kundakta bir bebek, dedi. “Bana merhamet etmeyebilirsiniz. Ama bu altı aylık bir yavrunun bir suçu yoktur. Bakın elimin üstünde susuzluktan balık gibi çırpınıyor. Son nefesleri. Hiç değilse buna su verin.” Ömer Sa’d, Hermele’ye yani okçu birliğinin komutanına işaret verdi. O zalim altı aylık körpe boğaza üç perli bir ok gönderdi. İmam Hüseyin bir hıçkırık sesi duydu. Döndü baktı ki elinin üstünde çocuğun boğazı kopmuş derisinden sallanıyor. Tarihçiler okun, bebeğin boğazını kestiğini aktarıyor. O oku atan utanmadı da, İmam Hüseyin o küçük yavruyu o halde utancından annesinin yanına getiremedi. Derler ki, Yezid’in İbn-i Ziyad’ın desturlarından birisi de şuydu: şehitlerin bedenin üstünden süvari birlikleriyle geçmek. O şehit naaşların üzerinde at koşturacaklardı. Ali Asgar’ın körpe bedeni atların tırnağında yok olup gider diye İmam Hüseyin, kılıcıyla ona mezar yapıp oracığa defnetti. Kimi de diyor ki Hz. Zeynep geldi, Ali Asgar’ı İmam’ın elinden aldı. Ve İmam Hüseyin yiğitçe savaştı. Ama onca ok ve mızrak yarası neticesinde Hüseyin (a.s) da diğer canlar gibi attan düştü.
Peygamberin yasına hoş geldiniz diyorum. Sizin adınıza Peygamber’in ailesine ve de İmam Mehdi’ye (a.f) tesliyet arz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum.”