Peygamber'in Gaybden Haberdar Olması
Peygamber’in, Kur’an-ı Mecid’in tasrihiyle gaypten haber verebildiği ve halka gizli ve saklı olan perde arkası esrarları açığa çıkardığı hakikatler konusunda konuşmaya bile gerek yoktur sanırız. Ama Peygamber de, ilmi mahdut olduğu hasebiyle ilahi bir talime ihtiyaç duymaktaydı. Bundan dolayı da çok sade bir mevzudan bile haberdar olmaması mümkündü. Mesela evin kilidini veya parasını kaybettiği halde, bunu nerede kaybettiğini bilmemesi de çok doğaldı. Ama buna rağmen en müşkül ve karmaşık gaybi meselelerden haber vererek de insanların aklını mütehayyir bırakabiliyordu. Bu iniş ve çıkışın illeti de söylemiş olduğumuz hakikatte gizlidir. Yani Allah-u Teala’nın iradesi taalluk ettiği zamanlar o, gayb ve perde arkası hakikatlerden haber veriyor; bunun dışındaysa sıradan bir beşer gibi habersiz kalıyordu. Yolun yarısında Peygamber’in devesi kayboldu. Peygamber’in ashabından bir grup onu aramaya çıktılar. Münafıklardan birisi bu ortamda ayağa kalkarak şöyle dedi: “Bir de kalkmış, ben Allah’ın Peygamberi’yim diyor. Diğer alemlerden haber verebiliyor da, devesini nerede kaybetmiş, onun nerede olduğunu bilemiyor;şaşılacak şey doğrusu!”
Haber Peygamber’e ulaşınca, fasih bir beyanla hakikat perdesini aralayarak şöyle buyurdu: “Ben sadece Allah-u Teala’nın talim buyurmuş olduklarını bilmekteyim. Allah’u Teala şu anda da bana devemin yerini bildirdi. Benim devem bu çölde ve falan vadidedir. Devenin yuları ağaçlardan birine takılmış ve onu yol gitmekten alıkoymuştur. Gidip onu getiriniz!” Orada hazır bulunanlardan bir kaçı hemen harakete geçerek Peygamber’in buyurmuş olduğu yere gittiler ve deveyi tıpkı Peygamber’in tasvip ettiği gibi buldular.
Gayb Perdesinin Arkasından Bir Başka Haber
Ebuzer’in devesi bir ara yol yürümez oldu. Sonunda da o, İslam ordusundan geri kaldı. Ebuzer biraz uğraşarak devenin kendiliğinden ayağa kalkmasını ve yola düşmesini bekledi. Ama bu meslenti ve çabaların hiç bir faydası olmadı. Binaenaleyh, deveyi salarak, sefer levazımatını kendi sırtına yükledi ve yeniden bineksiz bir halde yola düştü. Biran, önce Müslümanlara ulaşmaya çalıştı. İslam ordusu ise Peygamber’in emriyle bir yerde konaklamış istirahat ediyorlardı. Aniden uzaktan, sırtında sefer levazımatı bulunan birinin kendilerine doğru gelmekte olduklarını müşahade ettiler. Sahabeden birisi durumu hemen Peygamber’e iletti. Peygamber şöyle buyurdu:“O, Ebuzer’dir. Allah Ebuzer’e rahmet etsin; yalnız başına yol yürüyor, yalnız başına ölecek ve yalnız başına dirilecektir.” Nitekim gelecekte Peygamber’in verdiği bu haberi doğruluyordu. Zira insanlardan uzak olan Rebeze çölünde kızının yanıbaşında esefli bir şekilde vefat etti. İslam Peygamberi’nin Tebük savaşında söylemiş olduğu bu haber, tam 23 yıl sonra tahakkuk etti.
Hakkı söylemek ve adalete davet suçundan Rabeze’ye sürülen bu büyük kahraman, yavaş yavaş bedeni gücünü yitirerek yataklara düştü. Ebuzer’in inişli-çıkışlı hayatının en son dakikalarını yaşıyordu. Hanımı onun nurani yüzüne bakıp ağlıyor ve kocasının alnındaki terleri siliyordu. Ebuzer:“Niçin ağlıyorsun?” Hanımı şöyle cevap verdi:“Şu anda sen ölmek üzeresin; ve benim seni kefenleyecek hiçbir şeyim yok. Bunun için ağlıyorum.” Ebu Zer’in dudaklarında grub zamanı ufuğunun gülmesini andıran kederli bir tebessüm belirdi. Ve şöyle dedi:“Sakin ol, ağlama! Günün birinde bir grub ashapla birlikte Peygamber’in huzurunda bulunuyordum. Peygamber bana dönerek şöyle buyurdu: “Sizlerden birisi çöllerin birinde yalnız ve cemiyetten uzak bir halde bu dünyadan göçecektir. Onu müminlerden bir grup defnedecektir.” O mecliste bulunanların hepsi de halkın arasında ve yerleşim bölgelerinde can verdiler. Şu anda o mecliste bulunanlardan sadece ben kaldım. Binenaleyh Peygamber’in haber verdiği şahıs benden başkası olamaz. Ben öldükten sonra Irak hacılarının yolu üzerine otur. Çok geçmeden Mü’minlerden bir grup gelecektir. Onlara benim ölümümü haber ver.” Hanımı şöyle dedi: “Şu anda kervanların hepsi gelip geçmiştir!” Ebuzer: “Sen yolu gözle; Allah’a yemin olsun ki, ne yalan söylüyorum ve ne de yalan duydum.” Bunu dedikten sonrada ruhu firdevs-i alaya doğru uçtu.
Ebuzer doğru söylemişti. Çok geçmeden içinde “Abdullah b. Mes’ud”, “Hicr b. Adiyy” ve “Malik Eşter” gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu Müslümanların bir kervanı geldi. Abdullah uzaktan çok ilginç bir manzara gördü. Yolun kenarında cansız bir beden yatıyordu. Onun yanında da bir kadın ve bir de küçük bir çocuk durmuş ağlıyordu. Abdullah merkebinin dizginlerini o ki şahsın tarafına çekti. Kervan ehli de onun ardından takip ediyordu.
Abdullah o cesede bakarken aniden gözleri doldu din kardeşi ve dostu Ebuzer’i gördü! Gözleri yaşlarla doldu. Ebuzer’in pak bedeninin başında durarak Peygamber’in Tebük savaşında vermiş olduğu haberi hatırlattı ve şöyle dedi:“Allah Resulü doğru söylemiş ; yalnız başına yol gidiyordun, yalnız öldün ve yalnız dirileceksin.” Sorda da Abdullah b. Mesud onun cenaze namazını kıldırdı; ve onun pak bedenini toprağa gömdü. Namaz kılındıktan sonra Malik Eşter onun K’abri başında durarak şöyle dedi: “Ya Rabbi! bu, sana bir ömür boyu ibadet eden ve Peygamber’in dostu olan Ebuzer’dir. Senin yolunda daima müşriklerle cihad etti ve hiç bir zaman hak yola uymaktan imtina etmedi. Dili ve kalbiyle daima fesad ve münkerin üzerine yürüdü ve bu sebeple de cefa, sitem, tahkir ve mahrumiyete düçar oldu. Sürgün edildi nitekim sonunda da gurbet ellerde o da tek başına can verdi!”
İslam Ordusu Tebük Topraklarında
Tevhid ordusu H.9. Yılın Şaban ayının başlarında Tebük topraklarına ayak bastı. Ama Rum ordusu veya herhangi bir cemiyetle karşılaşmadılar. Güya Rum idarecileri, İslam ordusunun hızla gelişmesinden ve onların eşsiz şehamet ve fedakarlıklarından (ki ,onun en küçüğünü Müt’e savaşında müşahade etmişlerdi) haberdar olmuş ve kendileri için en hayırlı yolun, ordularını ülkenin içi kesimlerine çekmekte olduğuna inanarak ordularını sınır boylarından geri çekmişlerdi. Böylelikle, amelen Müslümanlara karşı saldırıya geçmeye hazırlanmadıklarını ve bu haberin şaiyadan başka birşey olmadığını göstermeğe çalışmışlardır. Bu yolla, Arabistan’da meydana gelen cereyan ve hadislerle karşı tarafsız olduklarını sabit kılmak istiyorlardı. Bu esnada İslam Peygamber’i, İslam’ın köklü asıllarından biri olan (işlerinde onlara meşveret et) emri gereği tüm rütbeli subaylarını bir araya toplayarak” düşman topraklarında ilerleme mi kaydedilmeli, yoksa bu kadarla yetinip de gerisin geriye Medine’ye mi dönülmeli?” hususunda onlarla müşaverede bulundu. Askeri konsey neticede şu karara vardı:” İslam ordusu Tebük seferi boyunca görmüş oldukları büyük zorluklar hasebiyle kuvvet yenilemek üzere Medine’ye geri dönmelidir.
Ayrıca Müslümanlar bu seferlerinde, Rum ordusunu dağıtmayı ifade eden en büyük hedeflerinden birisine ulaşmış ve Rumların kalbine büyük bir korku salmayı başarmışlardı. Bu korku ve panik, uzun bir müddet onları, saldırıya geçme fikrinden ve ordu teşkillerinden alıkoyacak; uzun bir müddet de olsa Arabistan’ın emniyetini kendi kendiliğinden temin etmiş olacaktı. İlerisi içinse Allah büyüktür.” Askeri konsey üyeleri kendi görüşlerini inkar veya Kabul edilir cinsten görüş ve fikirler olduğunu göz önünde bulundurarak Peygamber’in mevki ve makamının mahfuz kalması için şöyle dediler:” Ama yine de, Allah-u Teala sana nasıl emretmişse öyle haraket et; bizler de bu hususta sana itaat edeceğiz. (23) Peygamber ise şöyle buyurdu:” Allah-u Teala’dan bu hususta hiç bir açık emir almış değilim. Zira eğer bu hususta herhangi bir emir almış olsaydım, hiç bir zaman sizlere istişare de bulunmazdım. Binaenaleyh ben bu şuranın (konsey) görüşünü muhterem sayıyor ve olduğumuz yerden Medine’ye geri dönüyoruz.” Suriye ve Hicaz sınır boylarındaki valilerini kendi kavim ve Kabileleri arasında ve yaşamış oldukları mıntıkada büyük bir nüfuzları vardı.Valilerin hepside Mesihi idiler. Binaenaleyh günün birinde Rum ordusunu, mezkur valilerin mahalli kuvvetinden istifade ederek onların desteğinden, Hicaz’a karşı büyük bir saldırıya geçmeleri ihtimali vardı. Bu sebepten dolayı Peygamber’in emniyeti sağlaması tehlikeden yana rahat olması için onların taarruza geçmesi için onlarla anlaşma yapması icab ediyor. O, Tebük yakınlarındaki vali ve sınır boyu halklarıyla şahsen temasa geçerek belirli şartlar muvacehisinde onlarla saldırmazlık antlaşması imzalandı. Bazı heyetleri Tebük’ten uzak bölgelerde yaşayan halklara göndererek, bu yolla müslümanlar için daha büyük teminatlar elde edebilmeye çalıştı.
Peygamber şahsen “Eyle” “Ezr” ve “Cerba” kabileleriyle temas kurdu ve taraflar arasında saldırmazlık antlaşması imzalandı.“Eyleh”şehri Kızıldeniz’in sahillerinde kurulmuş olan büyük bir liman şehriydi. Şaim’a oldukça yakındı. Oranın “Yuhanna b. Ru’be” adlı bir katır hediye ederek, bu vesileyle İslam Peygamber’ine olan bağlılığını bildirdi. İslam Peygamberi de onu saygıyla karşılayarak müteKabilen kendisine bir hediye takdim etti. O, kendi Mesihi dininde baki kalarak, her yıl üç yüz dinarlık bir tutarı cizye (İslami maliyet) olarak ödemeye razı oldu. Bundan böyle “Eyleh” bölgesinden geçmekte olan her Müslümana ikram edilecekti.
Mezkur teminat aşağıdaki şekliyle taraflar arasında imzalandı. Metnin Tercümesi şöyleydi:“Bu antlaşma Allah ve onun Pegamberi ile “Yuhanna ve Eyleh”in ahalisi arasında imzalanan bir saldırmazlık antlaşmasıdır. Bundan böyle onların bütün kara ve deniz nakliye araçları ve bütün Şam ve Yemen halkı ve onlarla sahil komşusu olan taifeler, Allan ve Resulü’nün himayesi altında bulunmaktadır. Ama onlardan herhangi birisi bir hata işleyerek kanuna aykırı herhangi bir davranışta bulunduğunda mal-mülk ve makamına bakılmadan gerekli cezaya çarptırılacaktır. Bütün deniz ve karayollarından istifade etmeleri serbesttir. Mezkur yollardan gidip gelebilirler; hiç kimsenin onları bu haklarından alıkoymaya hakları yoktur.”
Bu antlaşma metninden de anlaşıldığı üzere, Müslümanlara barış ve dostluk kapısından yaklaşan bir millete bütün teminat ve emniyet kendiliğinden sağlanmış oluyordu. Peygamber, tabiiye (taktik) açısından son derece ehemmiyetli bir bölgede yaşayan “Ezra” ve “Cerab” Kabile haklarıyla da bir antlaşma imzalayarak İslami mıntıkayı kuzey nahiyesinden gelmesi muhtemel zararlardan da mahfuz kıldı.
Halid bin Velid'in Dumet'ul Cendel'e Gönderilmesi
Bayındırlık bölgesi boyunca yemyeşil ağaçlıklara ve bol suya sahip olan aynı zamanda da tam orta yerinde muhkem bir kale barındıran ve Şam’dan takriben elli fersah uzaklıkta bulunan bölgeye “Dummet-ül Cendel” adı veriliyordu. O zamanlar mezkur bölgeye Ükeydir b. Abdulmelik adlı bir mesihi hükmediyordu. Peygamber, Rum ordusunun yeni bir saldırıya geçmek istediğinde “Dumme”nin Mesihi valisinin, onların yardımına koşacağından ve bu ameliyle Arabistan’ın emniyetini tehlikeye düşüreceğinden endişe duyuyordu. Bu yüzden dolayı, Mevcud güç ve kuvvetinden üst düzeyde istifade ederek, Halid b. Velid komutanlığında bir seriyyesi mezkur mıntıkaya göndermeyi ve bu vesileyle onları kendisine mut’i kılmayı gerekli görüyordu. Halid b. Velid bir grup suvari birlikleriyle beraber “Dummet-ül Cendel”in yakınlarına kadar gelerek, kalenin dışında bir yere pusuya geçti. O, mehtaplı gecede Ükeydir, kendi kardeşi Hassan’la birlikte avlanmak maksadıyla kaleden az bir miktar uzaklaşmamışlardı ki; her iki kardeş kendi yanlarında bulunanlar ile Velid’in ordusu ile karşılaştılar.Onlar ve İslam askerleri arasında kısa bir savaş başladı ve neticede Ukeydir’in kardeşi öldürüldü. Etrafındaki kimseler ise hemen kaleye sığınarak kalenin kapısını kapadılar. Ükeydir’in kendisi ise Müslümanlarca tutklandı. Halid onunla anlaşmada bulundu. Kaledekilere emrederek kapıyı İslam odusunun yüzüne açtığı ve silahlarını teslim ettikleri taktirde hataların bağışlanacağını ve kendisinin Allah Resulünun huzuruna götürüleceğini” söyledi. Müslümanların, sözlerine Sâdık kimseler olduğunu ve ahitlerini asla bozmadıklarını çok iyi bilen Ükeydir, kaledekilere emrederek kapıyı açmalarını ve kendi silahlarını Müslümanlara teslim etmelerini emretti. Kaledeki silahları 400 zırh , 500 kılıç ve 400 mızrakdan ibaretti. Halid, mezkur ganimetlerle beraber Ükeydir’i de yanına alarak Medine’ye doğru yola koyuldu. Halid,Medine’ye girmeden önce Ükeydir’in altın işlemeli kaftanını ki, o da sair sultanlar gibi mezkur kaftanı omuzlarına alıyordu. Ve onu Halid’in ihtiyarına bırakmıştı. Peygamber’e gönderdi. Bu altın işlemeli kaftanı gören bir takım dünya talep kimseler şaşkına dönmüşlerdi. Ama Peygamber elbiseye hiç itina bile göstermeden şöyle buyurdu:“Cennet elbiseleri bundan daha da çekicidir.” Ükeydir, Peygamber’in huzuruna varınca İslam’ı Kabul etmekten imtina etti. Ama Müslümanlara cizye vermeyi Kabullendi. Peygamber ona kıymetli bir hediye verdi. Ve “Abbas b. Bişr”e, onu sağ-salim “Dummet-ül Cendele” ulaştırmasını emretti.
Tebük Seferi'nin Değerlendirilmesi
Peygamber, bu meşakkatli seferinden düşmanla karşılaşmadan ve hiç savaşmadan döndükleri halde, manevi ve ruhi cihetten çok büyük muvaffakkiyetler elde etmişti. Öncelikle İslam ordusunun haysiyetini başka bir deyimle prestijini artırdı. Kendi azamet ve kudretini Hicaz halkının ve Şam sınırında yaşayan halkların kalbinde mustahkem kıldı. Dost ve düşman herkes, İslam ordusunu zamanın bütün kudret ve güçleriyle savaşabilecek ve onlara karşı koyabilecek bir güce eriştiğini ve onların kalbine büyük bir korku ve dehşet saldığını çok iyi biliyordu. İsyankarlık ve tuğyan ruhuna zatı gereği sahip olan etraftaki Kabileler, bu hakikatin farkına vardıklarında, bir müddette olsa bu tuğyan ve muhalefet fikirlerinden el çekmeye ve kendilerine konum gereği bir statü belirlemeyi kararlaştırdılar. Binaenaleyh, Peygamber Medine’ye geri döndükten sonra, o güne kadar da itaat etmeyen etraftaki Kabileler, birer elçi göndererek Müslüman olduklarını ve bundan böyle de mutlak bir itaat içinde bulunacaklarını ibraz ettiler. Öyle ki, bu yılın adını da “Amm-ül Vükud” koydular.
İkincisi Müslümanlar, Hicaz ve Suriye Uhud boylarında yaşayan halklarla da muahede de bulunarak, bölgenin emniyetini te’min etmiş ve mezkur Kabile reislerinin Rum ordusuyla artık hiç bir birliktelik içinde olmayacağından emin olmuşlardı. Üçüncüsü O, bir çok meşakkatli seferiyle, Şam’ı bu bölgenin yol ve müşkülatlarıyla yakından tanınmış ve onlara, zamanın süper güçleri karşısında ordunun nasıl sevkedileceğini öğretmişti. Nitekim Peygamber’in vefatından sonra ilk olarak feşedilen bölgeler Şam ve Suriye idi. Dördüncüsü: Bu umumi seferberlik mümin ve münafıkları birbirinden ayırdı. Müslümanların cemiyetinde köklü bir tasviye yapıldı.