İmam Hüseyin’in (a.s) kızı Hz.Sakine (sa) şöyle diyor: Şam’daki dördüncü günümüzde bir rüya gördüm. Rüyamda tahtırevanda oturmuş bir kadın gördüm, elleri başındaydı. “Bu kadın kimdir?” diye sordum.” Muhammed (saa) kızı Fatıma (sa) ve babanın annesidir o.”dediler. “Andolsun, bize yapılan zulümleri gidip anlatacağım.” dedim ve koşarak gidip yetiştim ona. Karşısında durdum, hem ağlıyor,hem de anlatıyordum: “Anacığım! Andolsun Allah’a, bizim hakkımızı inkar ettiler, topluluğumuzu dağıttılar ve hürmetimizi ayakaltına aldılar. Anacığım! Andolsun Allah’a, babamız Hüseyin’i (as) öldürdüler.” dedim. O sırada “Sakine! Dur, anlatma artık! Çünkü kalbimi parçaladın. Bu, baban Hüseyin’in (a.s) gömleğidir. Allah’ın huzuruna çıkıncaya kadar yanımdan ayırmayacağım onu.” dedi.
Ben Sakine’yim… Bugün Âşurâ günü, burası da Kerbelâ…
Öğle vaktinden bir saat geçmiş olmalı… Bilemiyorum… Fakat bize bir ömür kadar uzun geldiğini biliyorum şu birkaç saatin. Özellikle babamın savaş meydanına gittiği şu lahzalar… Babamın savaş meydanında bulunduğu şu dakikalarda hiçbir şey yapamadan meydanın dört bir yanını saran toz bulutuna göz dikmek ve düşmanların vahşi naralarını işitmek çok zor geliyor bana… Çok zor…
Savaş köslerinin sesi ve vahşi düşmanların naraları yüreklerimizi titretmede…
Dört bir yanımız kan, havaya yükselen yoğun toz ve bastığımız topraksa tandırdan farksız…
Susuzluk… Susuzluk… Canımıza tak etti, ciğerlerimiz yanıp kavrulmada susuzluktan… Suya hasret çöl gibi çatlak çatlak olmuş dudaklarımız. Susuzluktan dilimiz damağımıza yapışmış iyiden iyiye… Susuzluk hepimizi sarartmış hazan yaprağı gibi… Dünden beridir düşmanın kuşatması altındayız. Yezid’in on binlerce kişilik ordusuna karşı babam İmam Hüseyn’in sadece 72 savaşçısı var.
Sabahtan bu yana babamın adamları birer birer er meydanına çıkıp o büyük ordunun karşısına dikildiler eşsiz bir cesaretle… Tek başına düşmanlara saldırıp yiğitçe vuruşarak her biri onlarca düşmanı öldürdüler… Ve hepsi de vuruşa vuruşa şehid oldu sonunda…
Babam onca düşmana karşı tek başına şimdi… Yapayalnız kalmış durumda…
Savaş meydanıyla çadırlarımız arasındaki mesafe böylesi uzak olmasaydı keşke… Keşke görebilseydim babamı düşmanla savaşırken. Hep onunla birlikte olmama izin verseydi. Babam savaş meydanında düşmanla çarpışırken benim gibi minik bir kız çocuğunun tedirginlik ve endişeden kahrolmaması mümkün mü? Buradan görebildiğim tek şey, ortalığı kaplayan yoğun bir toz bulutu sadece… Karmakarışık sesler, gürültü ve uğultular kulaklarımızı tırmalıyor. Meydanda olup bitenleri buracıktan kestirebilmek mümkün değil. Dün babamın yüzünde yorgunluk belirtilerini apaçık gördüm. Kufe ve diğer şehirlerden binlerce kişi babama mektup yazarak zalim Yezid iktidarına karşı kıyam etmesi halinde kendisini destekleyeceklerini bildirmiş, söz vermişlerdi. Fakat şu 72 kişiden başka babamın yardımına koşan olmadı. Bu 72 kişi babam için çok azizdi. Nitekim babam onlara dedi:
-Sizler devranın en iyilerisiniz. Sizden daha iyi, sizden daha vefalı dost görmedim ben. Böyle dostlar, böyle vefakâr yardımcılar kimseye nasib olmamıştır.
Bu değerli insanlar şehid düştüğünde hepimiz ağladık, fakat babam zerrece sarsılmadı, asla…
Ağabeyim Aliekber vurulup attan düşünce hepimizin yüreği parçalandı, fakat babam dağ gibi dimdikti yine…
Düşmanın oku, babamın kollarındaki minik kadeşim Aliasker’in boğazını parçaladığında bizim feryadımız arşı inletmiş, fakat babam zerrece sarsılmamıştı yine…
72 kişilik ordumuzun sancaktarı, çadırlarımızın koruyucusu, Kerbela’nın “Sakka”sı yiğit amcam Ebu’l Fazl Abbas vurulup attan yere düşünce, düşmanlar bedenini lime lime doğrayıp paramparça edince babam yine sabretmesini bildi, fakat onun bu defa pek üzüldüğünü hepimiz hissettik. Beli bükülmüş gibiydi. Gözleri doldu, elini beline götürerek “Abbas’ım”… dedi, “Canım kardeşim… Belim kırıldı gidişinle”…
Dostları, arkadaşları gözünün önünde birer birer şehid düşünce babam da savaş meydanına gitmek üzere hazırlandı. Ancak, gitmeden önce kadınları ve çocukları etrafına toplayıp tam bir soğukkanlılıkla dedi ki:
-Şimdi bela ve felakete hazırlayın kendinizi. Biliniz ki Allah Tealâ sizi korur, gözetir, kısa zamanda düşmanın şerrinden kurtaracak sizi, akıbetiniz hayırlı olacak. Allah Tealâ, düşmanlarınızı türlü azaplara uğratacak.
“Bu belalar ve felaketlere karşılık Allah Tealâ sizlere çeşitli nimetler ve kerametler verecektir.”
“O halde sakın halinizden şikayette bulunmayın; kadrinizi alçaltacak, değerinizi düşürecek sözler söylemeyin. Sabredin”…
Bunları duyunca babamın mutlaka şehid olacağını anladık.
Ben:
-Baba! diye haykırdım. Ölüme teslim mi oldun?
Ve dayanamayıp ağlamaya başladım, tepeden tırnağa bir hüzün dolmuştu yüreğime.
Sabırsızlık göstermek, üzüntümü belli edip ağlamak istememiştim; fakat yapamamıştım işte, elimde değildi ki!.. Hem sonra, herkes en az benim kadar kederli ve muzdaripti. Hatta onca soğukkanlılığına rağmen Zeyneb halam bile bir yandan bizi teselli etmeye çalışırken, bir yandan da sessizce boşanan gözyaşlarını siliyordu.
Babam beni sımsıkı kucaklayıp bağrına basarak:
-Yavrucuğum! dedi, yardımına koşacak kimsesi kalmayan biri ölüme nasıl teslim olmaz?
Hıçkırıklarımı kontrol edemiyor, şiddetle ağlıyordum şimdi:
-Babacığım! diye sarıldım var gücümle ona: Bizi kime bırakıp da gidiyorsun?
Elleri ve dudaklarıyla güzyaşlarımı kuruladı, ıslak kirpiklerime buseler kondurduktan sonra:
-Allah’a… diye cevap verdi. Hepinizi Allah’a emanet ediyorum; O’nun rahmet ve inayetine… Unutmayınız ki Allah Tealâ dünya ve ahirette sizinledir daima!
“O halde Allah’ın olmasını istediği şeye rıza göster, sabırlı ol canım kızım! Halinden şikayet etme sakın; çünkü dünya yok olup gider, ahiretse ebediyen kalacaktır”
Babamın sözünü dinledim; halimden şikayette bulunmadım ve Allah’a karşı nankörlüğe yeltenmedim.
Fakat yine de ağladım… Tutamadım gözyaşlarımı bir türlü.
Ağlamamak elde mi?!
Babam; dünyanın en iyi babası, babaların en güzeli olan biricik babam hiçbir yardımcısı olmaksızın onbinlerce katile karşı tek başına savaşmaya giderken nasıl ağlamam ben?!
Babam herkesle vedalaştı. Çocukları sevip okşadı. Zeyeb halama birşeyler söyledi, fakat ne konuştuklarını biz anlayamadık. Sonra, Zeyneb halama, eski bir gömlek getirmesini rica etti.
Hepimiz şaşırdık. Eskimiş gömleği ne yapacağını sorduk. Babam cevap verdi:
-Karşımdaki düşman pek namert… Beni öldürdükten sonra üzerimdeki elbiseleri bile soyup yağmalayacaklar, şehadetimden sonra vücudumun örtülü kalması için elbiselerimin altına köhne bir şey giymek zorundayım.
Babam, görkemli bir davete katılıyor, önemli bir misafirliğe gidiyormuşçasına özenle giyinip hazırlandı. Zırhının gevşek taraflarını sıkıca gerdi, kılıcını yeniden kuşanıp kemerini iyice sıktı. Yüzünün terini sarığının ucuyla temizleyip kuruladı. Kırlaşmaya yüz tutan sakalını ihtimamla sıvazladı. Ve… Gitmek üzere ilk adımını attı. Vahşice naralar savurarak kendisini bekleyen düşman denizine doğru bir an önce dalkılıç saldırıp görülmemiş bir fırtına koparmak üzere dağları imrendiren bir heybet ve iradeyle, hızlı adımlarla atına doğru yürüdü.
Bu azimli ve kararlı gidişten hiçkimse, hiçbir güç caydıramazdı onu. Kaldı ki; onun gitmemesi halinde düşman ona doğru gelecek, çadırlara saldıracaktı. O halde en iyisi şeref ve azimle davranıp tam bir şecaat ve mertlikle düşmanın tâ kalbine dalmaktı.
Evet… Onu bu kararlı ve azimli gidişten alıkoymak mümkün değildi asla… Zira bizzat kendisi, çok daha önceden beri şehid olacağını bize söylemiş ve İslam’ın varlığını sürdürebilmesinin ancak onun şehadetiyle mümkün olacağını anlatmıştı.
Hiçkimse ona:
-Babacığım gitme!
-Amcacığım gitme!
-Ağabey, gitme! diyemezdi.
Çünkü o herkesin imamıydı ve imamın, herşeyi Allah’ın emrine göre yapacağını herkes biliyordu. Buna rağmen yine de herkes bir lahzacık olsun daha fazla görmek, biraz daha dinlemek istiyordu onu… Hepimiz niceden beridir hasretmişçesine biraz daha konuşmak istiyorduk onunla…
O sırada yaşlı gözlerle onu izleyen Zeyneb halam hıçkırmamaya çalışarak:
-Ağabey!… diye haykırdı, acele etme e’mi?…
Babam yavaşça döndü. Gözyaşları arasında kendisini izleyen kederli, tedirgin, susuz ve perişan çocuklarla kadınlara bir kez daha şefkatle baktı. Küçücük yavruların içler parçalayan hıçkırıkları karşısında kim olsa mutlaka adımları gevşer, tereddüde kapılırdı.
Onun yerine kim olsa, bu sahneye dayanamaz, duraklayıverirdi. Ancak, babamın imanında, irade ve kararlı adımlarında zerrece sarsılma olmadı, bir lahza olsun tereddüde kapılmadı. Sevgi ve şefkat dolu bir hareketle hepimize el sallayıp aynı kararlı adımlarla atına doğru yürüdü!
Böylesine bir babayı birkaç dakika sonra kaybedecek ve artık hep yetim bir çocuk olarak kalacak olan benim içinse bu kadarı çok, ama çok azdı elbet…
Dayanamadım… Gayri ihtiyari bir hareketle atılıp babama farkettirmeksizin atın yanına koştum.
Babam dağları imrendirecek bir irade ve azimle atına bindi. Gitmek istedi…
Fakat at kımıldamadı bile…
Çünkü ben var gücümle ayaklarına sarılmıştım atın; içimden “Gitme ne olur”.. diye yalvarıyordum ona.
At gözlerini bana dikti; ağladığımı görünce benimle birlikte o da sessizce ağlamaya başladı.
Atın zamansız yere duraklaması ve yerinden kımıldamaması babamı pek şaşırtmıştı. Atın ayağına sımsıkı sarıldığımı gördüğünde ise şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Atından inerek beni bağrına bastı, gözyaşlarımı silip:
-Kızım!… dedi, canım benim!… Birtanem!…
Ben hıçkırığımı tutamayarak:
-Baba! dedim, Müslim amca şehid olduğunda sen onun yetim kızını şefkatle bağrına basıp saçlarını okşadın… Sen gidersen… Ben yetim kalırsam… Bağrına basacak, saçlarımı okşayacak kimim var benim?
Babamın gözleri doldu… Handiyse ağlayacak gibiydi. Kalbini kırmıştım onun… Şefkatle gözlerimin içine bakarak:
-Sakine’m… dedi, biricik kızım benim… Ağlama… Ben şehid olduktan sonra yeterince ağlayacaksın zaten… Fakat ben halâ hayattayken, ruhum bedenimdeyken ağlayıp da gözyaşlarınla yüreğimi dağlama e’mi?..
Evet yavrum… Ey dünyanın en tatlı ve en iyi Sakine’si… Birtanem… Benim gidişimden, şehid oluşumdan sonra herkesten daha çok senin hakkın var ağlamaya…
Mümkün değildi, biliyorum… Fakat nedendir bilmem “Babacığım”… dedim birden, “Beni Medine’ye geri götür, dedem Resulullah’ın (s.a.a) makberinin yanına”…
Babam mazlum bakışlarını düşmanlara dikerek:
-Bunu yapabilmek mümkün değil birtanem… dedi, görüyorsun ya…
Düşmanların vahşi naraları, kana susayan haykırışları giderek artıyordu. Babam savaş meydanına gitmek zorunda…
Babamın susuzluktan çatlak çatlak olmuş dudaklarının sıcaklığını halâ yanaklarımda hissediyordum ki, o sırada atını bir şimşek hızıyla dolu dizgin düşmana doğru sürdüğünü gördüm.
Savaş meydanından korkunç naralar, at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları geliyor kulağa şimdi.
Biz çadırlarımızın önünde durmuş, nefes almaksızın öylece beklemedeyiz… Bir ben değil, bütün çocuklar ve kadınlar yaprak gibi titremede… korkuyoruz hepimiz…
Eyvah! Kanlara bulanmış yelesiyle çadırlara doğru doludizgin yaklaşan bu binicisiz at babamın atı değil mi?!
Aman Allah’ım!
Babam?!!..
Kanlı gözyaşları arasında yükselen bu acı feryatlar benim mi, Rukeyye’nin mi yoksa Fatıma’nın mı?!. Bilemiyorum artık…
Yazan: S. Mehdi Şücaî
Çeviren: İsmail Bendiderya
08 Şubat 2011