İslam tarihinin bu üç önemli olayı 11 Temmuz Pazar günü öğle namazının ardından İkitelli Hz. Ebu Talip Camii'nde düzenlenen programla gündeme getirilecek.
Bu önemli programa Ehlibeyt dostlarının büyük ilgi göstermesi bekleniyor.
Hz. Ebu Talib
Peygamberimize, Müslümanlara ve İslam'a en büyük yardımı sağlayıp İslam'ın Mekke'de tutunmasının ve gelişmesinin yegâne zahirî sebebi olan en büyük İslam mücahidi Hz. Ebu Talib'i gayri mümin göstermek için, büyük bir gayret içine girmiş bulunan Süfyanî Muaviye ve ona aldanan gafiller, bu hadisten de, kendilerine bir dayanak bulmaya çalışmışlardır. Şöyle ki: Bu hadiste, Peygamberimizin, Hz. Ali'ye, Ebu Talib'in cenaze namazını kıldırmasını emretmemesinden, onun mümin olmadığı için bunu emretmediği anlamını çıkarmaya çalışmışlardır. Oysaki Ebu Talib'in cenaze namazını kıldırılmaması, cenaze namazı, henüz teşri kılınmamış olmasından dolayıdır. Nitekim daha önce aynı sebepten dolayı Hz. Hatice validemizin de cenaze namazının kıldırılmadığını belirtmiştik.
Kaldı ki, bu hadiste, Peygamberimizin, Hz. Ali'ye, babasını yıkamasını emretmesi, zaten onun mümin olduğunu açıkça göstermektedir. Zira kâfirlerin cenazelerinin yıkanması, müminlere emredilmez. Bu itibarla, Peygamberimizin, Hz. Ali'ye, Ebu Talib'in cenazesini yıkamasını emretmesi de, onun mümin olduğuna açık bir delildir.
Peygamberimizin, bizzat definde bulunmamasına gelince, Peygamberimiz, Ebu Talib'in ölmesiyle hamisini kaybetmiş olduğu ve müşriklerin, kendisini öldürme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı için, hemen gizlendi ve toplum içine çıkamaz oldu. Nitekim Ebu Talib'in ölümü üzerine Kureyş müşrikleri hemen toplanıp Peygamberimizi öldürme kararını alıyorlar; bu yüzden de Peygamberimiz (s.a.v), Taif'e gitmek zorunda kalıyor ve Taif dönüşü de, ancak Mut'aim b. Adiyy'in himayesine girmek suretiyle Mekke'ye girebiliyor.
İşte Peygamberimizin, Ebu Talib'in defninde bizzat bulunmamasının sebebi budur.
Peygamberimiz (sav), peygamberliğin bu onuncu yılında sâdık ve vefakâr eşi Hz. Hatice Hatun'dan sonra müşriklere karşı savunucusu, sığınağı olan amcası Ebu Talib'i de kaybetti. Peygamberimiz, bu iki büyük kayba olan üzüntüsünü ifade etmek üzere şöyle buyurmuştu:
"Şu günlerde bu ümmetin başına gelen iki musibetten hangisine yanayım?"
Peygamberimiz, amcası Ebu Talib'in vefatından sonra günlerce evine kapandı; dışarı pek az ve ancak mecburiyetler için çıktı.
Daha önce, Hz. Ali'nin Müslüman olması bahsinde belirttiğimiz gibi, Ebu Talib, Hz. Ali'nin iman ettiğine ve ibadetlerinde Peygamberimizin yanında yer aldığına memnun olmuş ve onun İslam'ını şu sözleriyle onaylamıştır: "Zaten Muhammed, seni ancak hayra ve iyiliğe çağırmaktadır. Sen onun yolunda gitmeğe devam et! Oğulcuğum! Amcazaden Muhammed'in girmiş olduğu yola senin de isteyerek girmen, sana yaraşır."
Daha önce, Hz. Cafer el-Sadık'ın Müslüman olması bahsinde belirtildiği gibi, Ebu Talib, oğlu Cafer'i Müslüman olmağa teşvik etmiş ve Hz. Ali'nin, Peygamberimizin sağ yanında durup namaz kıldığını görünce, oğlu Cafer'e "Haydi, sen de amcazadenin yanında namaz kıl!" demiştir.
Bir insan, eğer bir şeyin hak ve doğru olduğuna inanmazsa, onu kendi çocuklarına tavsiye eder mi, çocuklarını ona teşvik eder mi ve çocuklarının o yola girmesini memnuniyetle karşılar mı! Elbette ki, bir babanın, evladı için hayırdan başka bir şeye razı olması mümkün değildir.
Şu halde Ebu Talib'in, bu tavrı, onun kalben iman ettiğine ve fakat maslahat imanını ilan etmediğine gayet açık bir delildir.
Daha önce meâli tam olarak zikredilen Ebu Talib'in, Şi'b'inde muhasara altında bulundukları günlerinde Müslümanlara sabır ve metanet telkin ettiği şiirinde söylediği yalnız "Biliniz ki, biz, Musa gibi, Muhammed'in de peygamber olduğunun, eski Mukaddes Kitaplarda yazılmış olduğunu biliyoruz, buna inanıyoruz!" cümlesi de, şehadet kelimesinin başka bir versiyonudur.
Ebu Talib, diğer bir şiirinde de meâl olarak şöyle demektedir:
"Şüphesiz ben, Muhammed dininin, bütün dünya dinlerinin en hayırlısı olduğunu biliyorum. Eğer Kureyş'in beni kınamaları ve kötülemeleri (bu yüzden, İslam ve Müslümanların lehine kullandığım nüfuzumu kaybetmek) endişesi olmasaydı, benim, ona boyun eğip iman etmiş olduğumu ilan ettiğimi görürdün."
Görüldüğü üzere Ebu Talib, bu şiirinde de, Kureyş'in gözünden düşmemek ve Peygamberimiz ile Müslümanları himaye için kullandığı nüfuzunu ve Müslümanlar ile müşrikler arasında oynadığı hakemlik rolünü kaybetmemek için imanını açığa vurmadığını ve Müslüman olduğunu ilan etmediğini haykırmaktadır.
Daha önce belirtildiği gibi, Ebu Talib'in ölüm hastalığında müşriklerin, kendisini ziyaret edip Peygamberimiz hakkında bir takım tekliflerde bulunmaları üzerine Peygamberimizin de onlara şehadet kelimesini söylemelerini teklif buyurmasından sonra Ebu Talib, Peygamberimize: "Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, senin onlara yaptığın teklifte ben, hak olmayan hiçbir şey görmedim." demesi, şahadet kelimesinin yalnız hakkı bildirdiğinin bir ifadesidir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Ebu Talib, vefatından kısa bir süre önce Kureyş ulularını, ileri gelenlerini yanına çağırtmış ve Peygamberimiz hakkında onlara yaptığı vasiyetin içinde şunları da söylemişti:
"Ey Kureyş hanedanı! Ben, size Muhammed hakkında hayır vasiyet ediyorum. Zira Kureyş'in emini ve Arapların en doğru sözlüsü, en dürüstü hiç şüphesiz odur.
Muhammed, benim size tavsiye edeceğim bütün hayırları kendisinde toplamıştır. Onun getirdiği hakkı gönüller kabul etmekte, ama diller, düşmanlık korkusundan onu inkâr etmektedir.
Allah'a yemin ederim ki, ben, benden sonra olacakları görüyor gibiyim: Arapların fakirleri, çadır ve çöl sakinleri ve zayıf insanlar, onun çağrısına uyacaklar; onun sözünü tasdik edecekler; onun hak davasına saygı duyacaklar ve bu uğurda ölüm tehlikelerine de dalacaklardır. Kureyş uluları ve ileri gelenleri ise, bu hak davada geride kalacaklar; yurtları harap olacak ve onların zayıfları efendileri olacaklardır. Ey Kureyş hanedanı! Siz, Muhammed'in dostları olun ve onun fırkasının hamisi olun! Vallahi, Muhammed yolundan giden, mutlaka hakka erişir ve Muhammed'in hidayet yolunu tutan, mutlaka saadete erer."
İşte Ebu Talib'in bu vasiyeti de, Peygamberimize ve İslam'a olan imanını defalarca ifade etmektedir.
Buharî ve Ahmed b. Hanbel gibi hadisçilerin, Ebu Talib'in iman etmediğine dair zikrettikleri hadis ise, sahih değildir. Şöyle ki: anılan zatların zikrettikleri hadiste şöyle denilmektedir:
"Ebu Talib'in vefatı yaklaşınca, Resulullah, onu ziyarete gitti. O sırada müşriklerden Ebu Cehil b. Hişam ile Abdullah b. Ebi Übeyy de orada bulunuyorlardı. Resulullah:
-Ey Amcam! Bir söz, "Lâ İlâhe İllallah…" söyle ki, Allah katında senin için onu hüccet olarak beyan edeyim! buyurdu. Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebu Ümeyye de:
-Ey Ebu Talib! Abdulmuttalib'in dinini terk mi edeceksin? dediler. Resulullah'ın telkini ile Ebu Cehil ve Abdullah'ın karşı telkinleri bu şekilde tekrarlandı. Nihayet Ebu Talib'in son sözü, "Babam Abdul-muttalib'in dini üzere!.." oldu ve "Lâ İlâhe İllallallah…" demedi.
O zaman Resulullah:
-Vallahi, ben senin için mağfiret dilemekten Allah tarafından yasaklanmadıkça, yine de senin için mağfiret dileyeceğim! buyurdu. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu:
"Kâfir olarak öldüklerinden dolayı, Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, Allah'a ortak koşanlar için af dilemek, ne Peygambere yaraşır, ne de müminlere!.."[1]
"Ey Resulüm! Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir ve hidayete erişecek olanları en iyi O bilir."[2]
Bu hadisin (!) son râvisi el-Müseyyeb'tir. Bu zat, ancak Mekke feşinde babasıyla birlikte Müslüman olmuştur. Bu husus, bütün Tabakat kitaplarında yazılıdır. Yani bu hadisi rivayet eden el-Müseyyeb, olayın vukuu sırasında Müslüman değildir. Şahitliğin geçerli olmasının birinci şartı da, şahidin Müslüman olmasıdır.
Ayrıca anılan el-Müseyyeb de bunu babasından rivayet etmektedir ve hadisten (!) de anlaşıldığına göre, babası, bu olayın görgü şahidi değildir. O halde bu olayı kimden dinlemiş olabilir? Elbette ki, Ebu Cehil veya onun yanındaki müşrikten dinlemiş olabilir.
Sonuç olarak, bu hadiste farkında olunmayarak, Ebu Talib'in küfrüne, Ebu Cehil'in şahitliği ile hükmedilmiş olur. Yazıklar olsun!..
Buharî ve diğerlerinin zikrettiği bu hadisin sahih olduğunu savunmak bağlamında bu hadis senedinin mürsel olup son ravisinin zikredilmediğini iddia etmek ise, İslam'a en büyük hizmeti yapmış olan Ebu Talib'i kâfir göstermenin boş bir gayretinden başka bir şey değildir. Zira hadiste olayın görgü şahitleri olarak adları geçen yalnız Ebu Cehil ile yine onun gibi müşrik olan Abdullah b. Ebu Ümeyye'dir; bunların dışında kimseden söz edilmemektedir. Müslüman olan başka bir zatın orada bulunması ihtimali ile el-Müseyyeb'in babasının da, ondan rivayet etmiş olması ihtimali üzerinde hüküm bina etmek ise, ilim ve insaf yolu değildir. Çünkü Ebu Talib'in imanı gibi, pek önemli bir mesele şöyle dursun, İslam'da hiçbir hüküm ihtimaller üzerine bina edilemez.
Ayrıca, anılan hadiste olaya bağlı olarak zikredilen âyet, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Tevbe sûresinin 113. âyetidir. Bu sûre ise, Kur'an sûreleri ile âyetlerinin nüzûl tertibi hakkında uzman olan İslam âlimlerinin büyük ekseriyetine göre, Kur'an'dan en son nâzil olan sûredir. Bazı âlimlere göre ise, Kur'an'dan en son nâzil olan sûre, Mâide sûresidir; Tevbe sûresi ise, sondan bir önceki son sûreden bir önceki sûredir. Ve hiçbir âlim de, Tevbe sûresinin her hangi bir âyetinin, Mekke devrine nâzil olduğunu söylememiştir.
Anılan olay ile bağlantılı olarak 56. âyeti zikredilen Kasas sûresi ise, Mekke devrinde, fakat bu olaydan çok sonra nâzil olmuştur.
[1]-Tevbe, 113.
[2]-Kasas, 56.
Yukarıdaki metin, Hazreti Ebu Talip ve Gizli Kalmış Gerçekler kitabından alınmıştır.